19 Temmuz 2017 Çarşamba

Bir Dinozorun Gezileri





Gezmek, edebiyatın bir başka tanımı; görmek ile bakmak arasındaki meseledir. Yolculuklar hakkında yazılanlar da edebiyatın ufkunu açan eylemsellikleridir.

Tarihe dünya edebiyatı, world literature, (weltliteratur) kavramını Goethe sokmuştur. O büyük Divan’ını yazmadan evvel Goethe’nin bir İtalya Seyahati vardır. Gezi kitabı olmasının yanında yazarın, edebiyatçının edebiyat gücünün gezinti dünyasıyla yoğrulduğunu da bize aktarır. Gözlem ve karşılaştırmanın özgün ve iyi olması bir edebiyat eserinin uzun süre kalıcılığını sağlar. Dünya Edebiyatının klasiklerinin kalıcılığının en önemli unsurlarından biri gözlem ve karşılaştırmanın yazarın yolculukları ve gezintilerinde yükselmelesidir diyebiliriz. İyi bir edebi eser yaşadığı dünyaya yabancı kalamaz, bu yüzden dünyadan haberdar olup geçmişi ve yaşanılan zamanın karşılaştırmasının izahında yolculuklardan edindiği gözlemlerin ve deneyimlerin etkisini esere yansıtır. Gezmek de merak ve keşfetme duygumuzu pekiştiren deneyimlerdir.

Gezi notları ise, sadece yaşanılan yada geçmiş dünyanın gezintisi değil, aynı zamanda hayal dünyamızın da dünyadaki yolculuğudur. Gezi kitapları bana hep sürrealist gelmiştir. Çünkü gezi kitaplarında gerçeğin özgürleşmesi vardır. Hiçbir kaygı gütmeden yazarın tüm samimiyetiyle yaşadıklarını gördüklerini edebi bir üslupla aktarması, gerçeğin büyülü yolculuğudur. Geçtiğimiz yaz baskısı yapılan Marquez’in “Doğu Avrupa’ya Yolculuk” ve yeni çıkan Louis Aragon’un “Paris Köylüsü” edebiyatın varoluş eylemselliğini gösteren zevkle okunan örneklerinden. Bir Dinozorun Gezileri de bu minvalde bir yolculuklar kitabı. Gezi kitabından öte edebiyatın, gezmenin ve küçük şeylerle mutlu olabilmenin yollarını gösteren samimi ve cesur bir hayat öyküsü.



“Dostlarım, o tatil köylerinin her şey önceden düzenlendiği, her şey hazır olduğu, her şey aynı mekânda bulunduğu için, daha ‘rahat’ olduğunu söylediler bana. Ne yazık ki, insanların düş gücü eksildiği, kafaları uyuştuğu için, öyle bir hale geldiler ki, ‘rahat’ uğruna, yaşamın değişik yanlarından, renkliliğinden, rastlantılarından, yani yaşamı yaşamaya değer yapan her şeyden vazgeçmeye hazırlar artık.”

“İlk mavi yolculardan biri olduğum halde ‘Mavi Yolculuk’ deyiminden hoşlanmaz hale geldim. Çünkü ‘Mavi Yolculuk’ lafı, önce entel züppelerin, sonra da herkesin diline düştü. Artık darbukalı turistler bile toplanıp, darbukalı mavi yolculuklar düzenliyorlar kendi aralarında.
Oysa ilk mavi yolcular, Sabahattin Eyüboğlu’nun özenle seçtiği, çoğu genç aydınlardı. Sadece gezmek tozmak için değil, Ege ve Akdeniz uygarlıklarının kalıntıları konusunda bilgi edinmek ve bu arada o güzel kıyıları kendi gözleriyle görmek için katılınırdı bu gezilere. Teknemiz yüzen bir seminere dönüşürdü kimi zaman.”


 Edebiyatın Mina Urgan sapağı, bir sürü tanınmış isimle güzel anılar ve yolculuklar barındırıyor. Mina Urgan’ı tekrar tanımamızın yanında edebiyat-düşün tarihimizi ve Türkiye’nin aydınlarının olduğu yılları aktarıyor. Tanıdık bir sürü yazara, çizere, sanatçıya bilim insanlarına denk geliyoruz. Onların gözünden de Akdeniz, Ege, Anadolu hatta bir Bodrum ve mavi yolculukları okumak, Azra Erhat’ın Mavi Yolculuklar ve Mavi Anadolu kitapları kadar güzel ve samimi….

“Doğayı sevmemin nedeni de, mesleğim gereği, yirmi yaşından beri, doğaya tapan İngiliz romantik şairlerini sürekli okumamdır herhalde. Çünkü bakmakla görmek arasında büyük bir fark vardır. Doğanın güzelliğine aval aval bakmak başka şeydir, bu güzelliği sahiden görebilmek başka şeydir. İşte İngiliz romantik şairleri, doğaya sadece bakmayı değil, doğayı görmeyi öğrettiler bana.“

Mekan; coğrafik bir bölgeden ziyade, o yerin doğa-insan ilişkileri, doğa-tarih ve tarih-insan ilişkileri zamansallıkları ile tanımlanan bir tanımlamadır. Bu yüzden yaşadığı yeri, mekan olarak tanımak isteyenlere ve başka mekanları ziyaret etmek isteyenlerin kitaplığında ve yolculuklarında bulunması gereken bir kitap.

Fotoğraf: Trafalgar Meydanı - Londra

Doğan Sevimbike

Paris Anılarının Esiri Olmuş Bir Yazar: PATRICK MADIANO ve Nobel'e Dair




Paris anılarının esiri olmuş bir yazar: Patrick Modiano 
2016 Nobel Edebiyat Ödülü'nün kime verileceğinin açıklanmasına yakın şu günlerde, 2014’de Nobel’i kazanmış romancı Patrick Modiano’nun “En Uzağından Unutuşun” adlı kitabını okudum.  Modiano’nun dilimize çevrilmiş “Yıkıntı Çiçekleri”, “Bir Gençlik”, ve “En Uzağından Unutuşun”, “Kötü Bir İlkhabar” ve “Bir Sirk Geçiyor” adlı kitapları mevcut. Fakat ne yazık ki bir çoğunun baskısı tükenmiş. Madiano her kitabında aynı şeyleri anlattığı için eleştirilmiş Guardian’da okuduğum bir makalede “Paris anılarının esiri olmuş yazar” diye söz ediyordu. Paris’in işgal yılları, anılar, kimlik, kayıplar ve gençlik onun romanlarının başlıca unsurları.
[caption id="attachment_1116" align="aligncenter" width="344"]things-to-know-about-nobel-prize-winning-writer-patrick-modiano Patrick Modiano[/caption]
1945'te Paris’in işgal yıllarında İtalyan göçmeni Yahudi bir baba ve Belçikalı tiyatrocu bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Lisede hocası olan Fransız yazar Raymond Queneau sayesinde edebiyat çevreleri ile de tanıştı. Ünlü Paris 68’nin yaşandığı yıllarda; İlk romanı “La Place de l’Etoile”i (Yıldızın Yeri)  1968 yılında yayımlandı. İsveç Akademisi daimi sekreteri Peter Englund ise Modiano’yu “çağımızın Marcel Proust’u” olarak nitelemiş. Pek iddiali bir cümle. Proust gibi bir yazarla kıyaslamak popüler kültürün gücü..  Ama yine de tüm kitaplarını bulup okumadan kesin bir şey diyemem elbette.

0000000064706-1En Uzağından Unutuşun
Kitaptan:
“Günübirlik yaşayan yoksul, sevecen bir genç adam, yavaş yavaş neredeyse kendiğilinden kurulan ama hiçbir zaman sonu belli olmayan dostluk ve aşk ilişkileri, kısa süren sevinçler, kolay kolay dışa vurulamayan kuşkular ve acılar... Patrick Modiano alabildiğine yalın ama aynı ölçüde duyarlı ve şiirsel bir dil kullanarak okuru yarattığı dünyanın içine çekiyor.
Modiano, sade dili ve yalın anlamıtıyla bizleri Paris sokaklarına götürüyor. Aynı zamanda Tahsin Yücel’in usta çevirisiyle de bir türkçe şöleni. Gerard Van Bever, Jacqueline arasında geçen dostluk ve aşk, Dante Kafe’de yaptıkları sohbetler, aralarına giren insanlar yeni dostlar ve Londra’da eski püskü bir otel. Hyde Park’taki yürüyüşler yeni dostlar ve ayrılık. Yıllar sonra Paris sokaklarında yürürken bir ev partisinde Van Bever’in Jacqueline’ı bulmasıyla kuşkuların da belki son bulması. Ama Jacqueline, Van Bever’in dünyasında kentin istasyonlarında kafelerinde sokaklarında ışıkları altında bütün bir sis içinde beklenen, aranan bir sonsuzluk yada bir unutuş. Değişen hayatlar, yarım kalmış yada kısa süreli ilişkiler ve Paris sokakları...

Patrick Modiano Fransız şair Stefan George’un yapıtından esinlenerek yazmış romanını.Stefan George’dan bir şiir; romanı da anımsatıyor biraz.
Sessiz Şehir
Bir şehir vadinin içinde
Solgun bir gün geçip gitmede
Ne yıldız, ne de ay, çok geçmeden
Gece belirecek gök ülkesinde.
Sisler inet bütün dağlardan
Uyuyan şehrin üstüne
Ne bir ev, ne bir dam, ne de bir çatı
Ne bir ses yükselir dumanlardan
Ne köprü belirir, ne kule
Gene de yolcu korkuya düşünce
Küçüçük bir ışık parıldar derinde
Dumanlar içinden, sisler içinden
Bir övgü şarkısı yükselir göğe
Bir çocuk ağzından.

Nobel Üzerine
13 Ekim tarihinde açıklanacak olan Nobel Edebiyat Ödülü için Haruki Murakami ve Suriye’li Şair Adonis ( Ali Ahmet Sait Eşber ) en yakın iki aday olarak gösteriliyor. Listede Kenya’dan Afrikalı romancı Nhuhi Wa Thiong’o, “Ölü Ordunun Generali, Kosova’ya Üç Ağıt” gibi Türkçe’de bir çok kitabı çevrilmiş olan Balkan edebiyatının güçlü kalemi Arnavut yazar İsmail Kadare ve yakın zamanda çevrilen “Yarın Savaşta Beni Düşün”‘ün yazarı İspanyol romancı Javier Marias.  Nhuhi Wa Thiong’o ‘nun dilimizde “Aradaki Nehir” ve “Bir Buğday Tanesi” adlı iki kitabı mevcut. (Geçtiğimiz Temmuz-Ağustos ayında çıkan Kitap-lık dergisinin 186. sayısında da Afrika Edebiyatının enine boyuna analizi ve Nhui Wa Thiong’o’nun “Dönüş” adlı öykü çevirisi mevcut ) Haruki Murakami ise ülkemizde gittikçe artan bir okur kitlesne sahip ve epeydir Nobel’i hak eden de bir yazar. 2005’te Man Booker Uluslararası Ödülünü kazanmış 80 yaşına gelmiş İsmail Kadare de öyle. İspanyol romancı Javier Marias ise 2012’de İspanya Kültür Bakanlığı tarafından verilen Narrativa Edebiyat Ödülü’ne Los Enamoramientos (Aşıklar) romanıyla aday gösterilmiş ve kazanmıştı. Fakat İspanya hükümetinin halk kütüphanelerine yeterince ödenek ayırmadığını eleştirerek ödülün halk kütüphanelerini desteklemek için kullanılması gerektiğini söyledi ve geri çevirdi.Nobel’e adaylık konusunda birbirinden nitelikli ve değerli yazarlar gösteriliyor, şüphesiz hepsi çok iyi eserler yaratmış edebiyatçılar.

Bu yazıyı yazarken Kolombiya başbakanı Juan Manuel Santos’a Nobel Barış Ödülü verildiğini öğrendim. Kolombiya’da Hükümet ve  FARC arasında 50 yıldır süren bir çatışma var. Gabriel Garcia Marquez’in doğup büyüdüğü Büyülüğü Gerçekçiliğin ülkesi Kolombiya...
Geçtiğimiz hafta yaklaşık 60 bin oy farkı ile referandumdan hayır çıkması sonucu iki taraf arasında yapılacak barış anlaşması reddedildi. Nobel’i siyasi anlamda tartışmalı bir ödül olarak görsem de ödülün Kolombiya’ya verilmesi yerinde olmuş. Başta Türkiye gibi çatışmalarla terörle darbelerle anılan ve boğuşan ülkelere örnek olabileceği kanısındayım. Aziz Sancar’ın Kristal Elma Festivali’nde yaptığı çağrı çok değerli; “Hayatımda Nobel dahil bütün bilimsel başarılarımı, herşeyimi Türkiye’deki barış için verirdim. Barışı sağlamanın bir yolu olsaydı yapardım, eğer onu başarabilseydim Nobel’den de vazgeçerdim. Nobel’i vermeye hazırım yeter ki ülkeme barış gelsin. Kafamı yoran  üzen hep bu olmuştur.” Atılan adımlar önemlidir örnek teşkil eder. Barış anlaşmasının reddedilmesi ama barış ödülünü kazanan olması; Marquez gibi büyük biri yazarı yetiştirmiş Kolombiya için büyük bir adımdır. Umarım ülkemizde de Nobel Ödüllü Bilim insanımız Aziz Sancar’ın bu kaygısını taşıyan insanların sayısı artar ve bu kaotik durumdan kurtulmanın gerçek ve hissedilir adımlarını görürüz. Bu arada yakın zamanda kaybettiğimiz Tarık Akan’ın cenazesine gidememenin üzüntüsünü yaşıyorum. Televizyondan anma törenini izlerken özellikle Rutkay Aziz’in konuşması beni çok etkiledi. İşte gerçek ve hissedilir bir konuşma dedim ! devrimci ve aydınlanmadan ve emekten yana !
Uzatmayayım; hüzün ve umut bir bir aradaydı o gün birşey değişecekse oradan çıkacak.
Anlaşmalar-barışlar, savaşlar-çatışmalar... dünyanın bütün büyük güçlerinin satranç taşları gibi oynadığı ortadoğu halkları dünyada barışa en acil ihtiyacı olan coğrafyadır. Bugün dünyanın tek ihtiyacı barış. Kolombiya’daki siyasi süreç ve barış için atılan adımlar, Nobel Ödülü ile nasıl ki bir sembol olarak gösteriliyorsa, aynı sembolik durum Suriye için neden olmasın ? Edebiyat burada gücünü hissetiremeyecekse ne işe yarar ? Hazır Nobel Barış Ödülü Kolombiya başbakanına verilmişken, Nobel Edebiyat Ödülü de Suriye’nin Lazkiye yakınlarındaki bir dağ köyünde doğmuş olan Şair Adonis’e verilse ne harika olur!. Savaşların coğrafyası az da olsa şiirle edebiyatla anılsın bir süreliğine.. Belki bir kuşağı dogmalardan bağnazlıktan kurtarabilir değiştirebiliriz. Aklın ve barışın yolunda edebiyatla şiirle yürümesini sağlayabiliriz.
Adonis’in Barış şiirinde dediği gibi;
Barış
çölün yalnızlığında ilerleyen yüzlere
ot ve ateş giyinmiş Doğu'ya
denizin yıkadığı toprağa
ve onun sevdasına barış
yağmurlarını verdi bana baş döndürücü çıplaklığın
kendini bana adıyor yıldırım
benim bağrımda olgunlaştı zaman
bak işte Doğu'nun parıltısı kanım
su çeker gibi çek beni ve yok ol
yitir beni yankısı ve şimşeği var oylukların
su çeker gibi çek beni gövdemle örtün
nirengidir ateşim ve yıldızdır
yön yaramdır benim
heceliyorum
bir yıldızı heceliyorum resmini çiziyorum
kaçaktır yurdumda yurdum
heceliyorum onun çizdiği yıldızı
yenik günlerinin ayak izlerinde
ey sözün külü
gecende bir çocuğu daha var mı tarihimin?

[caption id="attachment_1117" align="alignright" width="300"]siir-ve-rengi-bir-araya-getiren-sergi-kan-kirmizi-192036-1 "Kan Kırmızı Sergi" Fotoğraf:Birgün[/caption]
Adonis’ten bahsetmişken yakın zamanda açılacak sergiden de bahsedeyim; Şair Adonis ile ressam Habip Aydoğdu’nun yaratımlarıyla şiir ve rengi bir araya getiren “Kan Kırmızı” sergi 26 Ekim- 25 Aralık İzmir Folkart Gallery’de sanatseverlerle buluşacak.



Yazan ve Hazırlayan: Doğan Sevimbike

Yürümeye Övgü




Sonbahar bir yürüyüş mevsimi; yürüken yorulduğunuzda çimenlere, banka yada bir ağacın gölgesine oturup yaşamın tadına varırsınız böylece.. Yürümek; kalmak zorunda olmayı, ve aceleciliği yok eder. Keyiflidir, insanın gündelik hızlı tüketim alışkanlıklarını törpüler. Yürüyüşler yazıyla bütünleşince de başka bir boyut açılır.

- J.J.Rousseau itiraflarını kaleme alırken, yürüyüş, kendisi için sonsuz bir mutluluk olduğu halde, bu bağlamda eski izlenimlerini kağıda geçirmediği için büyük bir pişmanlık duyduğundan söz eder. “Yaşamımda anımsayamadığım ayrıntılar konusunda beni en çok üzen yolculuk notları tutmamış olmamdır” der.

 Elbette J.J.Rousseu'nun yaşadığı çağda her şeyi kayıt altına alan teknolojik cihazlar yoktu. Bugün gittiğimiz her yeri yaptığımız her şeyi kayıt altına alan müthiş bir alışkanlığımız var. Hızlı ve çabuk tüketen bir alışkanlık. Bunların faydaları var elbet. Ama yarına dair yorumsal yaşanılan anın büyüsüyle yazılmış yorumsal yada şiirsel sözcükler her şeyi kayıt altına alan alışkanlıktan daha  hissedilir ve edebi olma özellikleri taşır. Kağıt hala ölmedi. Kalemimiz (tuştakımımız) ve ellerimiz algıladıklarımızı ve deneyimlediklerimizi son model cihazlardan daha yaratıcı şekilde ölümsüzleştirebilir yazıya döktüğümüzde.  Eğer not tutmayan biriyseniz, bu kitabı okuduktan sonra seyahatlerinizde defter kalemiz yanınızdan eksik olmayacak.

 Yolculuk notları; yaşamın kanıtı, edebiyatın sürekliliğini sağlayan, edinimlerin ve izlenimlerin yazıya döküldüğünde büyüyen sonsuz bir zamanın kanıtı..

 Yürümek: dağlarda yürümek, ormanda yürümek bir nehir boyunca yürümek, ay ışığında yürümek, karanlıkta-aydınlıkta yürümek, kentte yürümek, evlerin-ışıkların arasında yürümek, trafiğin içinde yürümek, bin yıllar öncesinin beyaz taştan sütunları-heykelleri arasında yürümek, çölde yürümek, sıcakta-soğukta yürümek, yağmurda ve karda yürümek, toprakta-çimende yürümek asfaltlı-taşlı yolda yürümek, evden-işe, işten-eve, okula yürümek, amaçsızca yürümek bir amaç için yürümek, yalnız yürümek, birlikte yürümek, Sessiz yürümek.. Yürürken fotoğraf çekmek, konuşmak, şarkı söylemek, bağırmak, haykırmak, isyan ederek yürümek ve düşünmek... Yürüme'nin hareketliliğinin Düşünce'ye taze ve ferahlatıcı dokunuşu..

Yürümeye Övgü; nerede yürürseniz yürüyün, Yürüyüşlerinize bakış açınızı değiştirecek bir kitap. Yürümek dilimizde olumluluğa, ilerlemeye, yer değiştirmeye ve “yeni”ye vurgunun kapsamlı bir ifadesi ola gelmiş. Türkçe konuşanlar dünyasının ( yörü-yürü-yörür-yürür yörük ) neredeyse bütün bir kültürü ve milletlerini ifadelendirmeye yeten bir sözcük "Yürümek". Yürüyen bir dil ve kültürün insanları için durağanlığa karşı eylemselliği olumlayan yücelten birleştirici bir kelime. Katıldığım doğa-tarih yürüyüşleri ve yürümek üzerine söyleşilerde hep aklıma gelir; yıllar evvel izlediğim "Hacivat-Karagöz Neden Öldürüldü" filminin müziklerinden biri olan sözlerini Levent Kazak'ın yazdığı Haluk Bilginer'in söylediği o güzel şarkı; "yürürün

"Yürümeye Şarkı" diyebiliriz

yürürün
yüklenüp karanluğu, ışıklara yürürün,
yıldızlaru aş edüp, rüyalara yürürün,
göç dedüğün heç bitmez, bilünmeze yürürün...
gurbettür melmeketüm, yanluzluğa yürürün...
uyurkene yürürün, külerkene yürürün,
yağmurlarla yürürün, özlerkene yürürün,
doğarkene başladu, büyürkene yürürün,
çaruklarun aşındu, ölürkene yürürün,
kalmak istedü yaşlu, eksülerek yürürün,
bübek istedü gelmek, çoğalarak yürürün,
göç dedüğün heç bitmez, bilünmeze yürürün...
ev dedüğün heç durmaz, yol sırtunda yürürün...
közel kızlar gülüştü, gülücükle yürürün,
durmak isterün elbet, dururkene yürürün,
canum istedi memüş, özlerkene yürürün,
çaruklarun aşındu, ölürkene yürürün...


https://www.youtube.com/watch?v=iMqz3o1QRzw
Göçebe kültürün etkileri günümüzde hala mevcut. Sanatta dilde mimaride her yerde görebiliriz. Linguistik ve müzik ile aramız yerleşik (Kent) kültürünün Batı'sına göre gerilerde, okuryazarlık eskiden bir gelişmişlik ölçütüydü. Şimdi herkes okuyor fakat anlamıyor yarım okuyor dünyanın sorunu yarım yamalaklık. Yürümüyor böyle yarı-cahil okumakla, yürümeyen bir şeyler var. İşler yürümüyor, dil yürümüyor.
Tahsin Yücel çok güzel demiş; "okuyan adam, roman okuyan adamdır" Her Roman da bir yürüyüştür. Okumak yürümek okudukça yürümek yürüdükçe daha çok okumak birbirini kovalayan bir bilinçlenme süreci. Bir yürürokurluk eylemi.
Yazıya, sözcüklere dökülen her yol gidilen yolun boyutunu değiştirir ve birden fazla yol yaratır. Kayıp zamanın keşfetmenin yollarından biri de budur kanımca. Yürüyerek küçülen dünya ve yazıya dökülerek büyüyen dünyalarımız. Yürüyüşler bizi başka ufuklara ve hayallere iter, her yürüyüş başka bir yürüyüşün hazırlığıdır ön çalışmasıdır. Bütün büyük değişimlerin arkasında büyük yürüyüşler vardır; meraklı adımlarla atılmış..
Şairin dediği gibi;
Yürümek:                                                                                                                  
yürekten                                                                                                                  
gülerekten                                                                                                                      
yürümek...

Doğan Sevimbike

Yürümeye Övgü: Sel Yayınları                                                                              
Yazar: David Le Breton                                                                                              
Çeviri: İsmail Yerguz

Ormanın Yolu ve Doppler




Doppler, Şehir hayatının mecbur kıldığı modern dertlerden “başarılı” olmaya karşı aynı zamanda statükoya/düzene karşı da bir başkaldırı denemesi. Sadece survivor yada yaban hayatında hayatta kalma mücadelesi değil, şehrin yakınındaki bir ormanda geçirilen aileden ve medeniyetten uzak bir mola ve bir eğitim; yaşamın gerçekliğini farkedebilme ve o gerçekliği talep etme süreci. Hepimiz yaşadığımız ortamların gerginliğinden ve baskısından kurtulup maviye yeşile salıveririz kendimizi, bir kaç günlük bir kaç saatlik huzur ve sakinlik için.  Her gün zaman harcadığımız sosyal ağlarda rastlarız; şehir hayatından bıkıp doğaya gidenlere, köye ve ormana yerleşenlere. Sayfalarca yazı kitap makale söyleşi; eko-köyler ekolojik sıfatlı politikalar ve kişisel deneyimler peki çoğu neyi amaçlıyor gerçekten doğa-insan-özgürleşme mi? yada başka bir endüstriyel sürecin parçası mı? Doppler de bu özgürleşmeye dair bilinçli bir karşı duruş gösteriyor.

Modern şehir hayatının getirdiği rutinlik, para kazanma, hırs, yarış, beğeniler beğenilme vs.. borçlar, eşya alım satımı ve ileride daha çok eşya almak ve daha çok tüketmek tükettikçe üreten ürettikçe tüketen bir kısır döngü. Bu çarkın içinde zamanın daralması, ömrün kısalması bir süre sonra da hayatı sorgulama. Bilgiyle aydınlanmış bir sorgulama, fakat geç bir sorgulama; zamanın çoğunun yitip gittikten sonra eyleme geçmede bir sonuç alınamayacağı ve değmeyeceği yanılgısı. Günümüzde karamsarlık umutsuzluk artık genç yaşlara kadar inmiş durumda. Niteliksiz ve hayattan kopuk bir eğitimin verilmesi ve modern dünyanın bu eğitimle yürümesi uyuşmazlığı; hızlı tüketim sorunu, geleceksizlik kaygısı, mutsuzluk, bencillik yozlaşmışlık ve düşmanlık. Bertrand Russell, “çalışmak abartılmış bir erdemdir” der. Nazilerin toplama kamplarının girişinde de şöyle yazar; “Arbeit Macht frei” “çalışmak insanı özgürleştirir”. Russell’in abartılmış eylemden kasetettiği budur kanımca. Bugünkü modern şehir hayatının her yerinde verilen steril "başarı" hikayeleri ve çok çalışmanın zaferi! gibi mesajlarla bu mesajın arasında pek fark yok sadece modernize edilmiş renkliliği ve "çekiciliği" var. Erlend Loe'nun dünyanın başka bir bölgesinde ama aynı modern dünya sorunlarına dair bir protesto hareketiyle kitabını yazıyor; ormana giriyor.

Doppler’in yolu ormana düşüyor orman (doğa) ise Doppler’i özgürleştiriyor.
[caption id="attachment_1290" align="alignright" width="300"]Den norske forfatter Erlend Loe er aktuel med sin tredje bog i serien om Doppler. Erlend Loe[/caption]

Nordik edebiyatı bu işi iyi beceriyor; modern dünyanın cehalet eğitimi ve modern yaşantının stresli dünyasına karşı “Eğitim” özellikle de erken yaşlarda çocuk eğitimi ve öğretimi konusunda çocuk edebiyatına yaptığı katkılarla biliyoruz. Doppler de böyle bir roman, ütopyamsı bir roman olarak da görebiliriz.

Hikayenin kahramanı Andreas Doppler çok başarılı bir aile babası, güzel bir eve sahip. Başarılı olduğu iyi bir işi de var. Bir gün ormanda bisiklet sürerken düşüyor. Bu düşüş kendinde bazı şeylerin değişmesine sebep oluyor ve bir kaç gün sonra işini evini ailesini terk edip ormana yerleşiyor. Modern hayatın her türlü disiplini ve rutinliği içindeki bir yaşamdan ormanın kaotik ama kendine has bir düzeni içinde yaşamaya başlıyor. Fiziksel zorluklarla başa çıkıyor, ara ara şehre inip alet almasının yanında ormanda buldukları ve avladıkları ile hayatını idame ediyor. Bir zaman sonra topladıklarını verip şehirdekilerden ihtiyacı olanı alıyor. Takas ekonomisi de uzun sürmüyor tabi. Bu dervişlik-ermişlik eğitimi bütün bir kış ve baharn ortalarına kadar devam ediyor. Doğanın ölmeye başladığı bir zamandan yaşamın tekrar doğduğu bahara kadar Ormanda yaşıyor ormanla yaşıyor, ormanla anlaşıyor;

doppler

“Bir daha asla fatura ödemeyeceğim.                                
Takastan, hırsızlıktan ve ormandan                                  
geçineceğim. Ben ölünce de orman                                    
benden geçinecek anlaşma böyle”

Kitabı okurken baştan sonra Doppler’in içinde bulunduğu durum ve aldığı haz bana Epikür felsefesini hatırlattı. Doğa felsefesinin hümanizmasının temeli sayılan Epikürcü felsefe. Dinden-otoriteden ziyade ahlakı temel alan karşıt bir hümanizma hareketi. Romanda da bu epikürcü felsefeyi Andreas Doppler’in ifadelerinde yer yer görebiliyoruz. Kendisini Doppler’le özdeşleştiren kitabın yazarı Erlend Loe’nun bir röportajında da aktardığı gibi;

“Benim bir tanrım yok ve olanlara karşı da şüpheciyim. Ben tesadüfen burada olduğumuza inanıyorum. Etrafımızda olup biten zulüm ve aptallıklar karşısında şaşırmadan edemiyorum. Otoritelere asla güvenmiyorum, ve onlar ne kadar güvenimizi talep ediyorlarsa onlara o kadar az güveniyorum.”

Geçenlerde  “intelligent trees” adlı bir belgesel izledim. “ağaçlar da sosyal varlıklardır hisleri ve dilleri vardır, rekabet yoktur uyum vardır” diyordu belgeselde. İnsanla ağaç arasında şiirsel bir etkileşim var bence. Ormana yürümeye, Ağaçların olduğu yollardan yürümeye devam o halde...

Doğan Sevimbike

DOPPLER
Erlend Loe
Çeviri: Dilek Başak
Yayınevi: YKY, 2016


Intelligent Trees: Trailer

https://www.youtube.com/watch?v=a7tma6inuHo


Arkeolojiye dair; Söküyoruz Kendimizi Mezarların Kökünden






Geçenlerde bir habere rastladım. IŞİD’in Musul yakınlarındaki Nimrud Antik Kenti eserlerini yok etmesinin ardından, 17 yaşındaki  Nenous Thabit eserlerin replikasını yapıyor. 3000 yıllık Asur başkenti Nimrud’u bir gurur kaynağı olarak gördüğünü ifade ediyor. Thabit, “Onlar sanata ve külüre savaş açtılar, ben de onlarla sanat yoluyla savaşmaya karar verdim” diyor. Thabit’in hayali; ülkesini gururlandırmak dünyaya bölgenin tarihini kültürünü tanıtmak Irak halkının tarihe kültüre sahip çıktığını göstermek.  Thabit yüzyılların köhnemiş yozlaşmış yapılarına karşı bin yıllar öncesinin Asur medeniyetinin heykelleriyle, sanatıyla ve yaratıcılığı ile mücaele veriyor. Sanattan tarihten ve arkeolojiden gelen bir sevgi bilmekten, araştırmaktan ve yaratmaktan gelen insanlık sevgisi.

Thabit’in uğraşı, bana Alman şair Hanns Cibulka’nın şiirini hatırlattı;
ARKEOLOJİ
Bir anıt,                                                                                                                  
karışmış türküsüyle                                                                                                  
ağlayanların.
Bir tablet,                                                                                                          
pişmiş kilden,                                                                                                          
yazısı silinmiş.
Küreğin bir yüzünde                                                                                                
bir çığlık,
Koparılmış başı                                                                                                        
bir cocuğun
Ölüler yolu,                                                                                                            
her gün sivri bıçağını                                                                                                
sapladığı yol                                                                                                            
ışığın toprağa.
Söküyoruz kendimizi                                                                                                  
mezarların kökünden.

Çev: A. Kadir. – Afşar Timuçin

“Söküyoruz kendimizi mezarların kökünden”, kendimizi dar tarih anlayışlarından söküyoruz.. binlerce yıl öncesine kazdıkça toprağı, yazılar, tabletler, geleceğe yazılmış anıtlar söylevler, mermere işlenmiş gülümsemeler, öfkeler; güç, ihtiras.. bilgelikle dolu bakışlar gözler... Söküyoruz kendimizi bilinmezliklerden, söktükçe büyüyor geleceğe bakışımız, karanlıktan aydınlığa çıkardıkça tarih büyüyor. Düşün ve hayal sınırlarımız da genişliyor.

Peki 21. yüzyılın ilk çeyreğinde dünya nereye gidiyor ? Bilim ve İnsanlık nasıl ilerliyor ? Uygar dünyada neler konuşuluyor ? Ne kadar haberdarız ? Teknoloji çağının, bilginin en hızlı yayıldığı ve üretildiği bir dönemde yaşıyoruz. İki hafta boyunca gündemimizdeki konu malum; tecavüz, ve neresinden tutsanız paramparça olmuş ahlak ve insanlık değerleri. Bunun üzerine tartışacak değilim. Benim için nettir. Bu konularla meşgul edilen gündemlerimiz, hayatımız. İnsanlığın en verimli yüzyılını yaşarken biz, Türkiye’de yaşayanlar, güzel bir gelecek yaşanılası bir ülke için ve bugüne kadar çirkinleştirilmiş betonlaşmış şehirlere zihniyetlere karşı, bilimin bu topraklardaki en bereketli hallerinden biri olan Arkeoloji’ye emek vereceğiz. Bu da aydınlanma mücadelesinin başka bir yolu, başka bir boyutu.

Tarih bütün farklıkları ve çeşitlilikleriyle insanlığın kültürüdür, birleştiricidir; insanların düşüncelerine “insanlık” kavramını katar;  Iraklı 17 yaşındaki çocuğun 3000 yıllık Asur Başkentinin bilincinde tüm insanlığı kucaklayan sanat anlayışı var olabiliyorsa, bu iyi bir eğitim, bir iyi bir tarih bilinci ve o bilincin yarattığı insanlık sevgisidir. Kendimizi bu yüzyıllık bin yıllık köhnemiş düşüncelerden söküp atma vakti; Thabit gibi bilimle, sanatla ve küreklerimizle ellerimizle kazıp gün ışığına çıkarabildiğimiz kadar Arkeoloji ile..

Doğan Sevmbike

Not:
Hanns Cibulka: Şiirlerinde yunan ve latin edebiyatının işleyen Hanns Cibulka 1920 yılında Slovakya’da doğdu, Sicilya’da hapis yattı, Almanya’nın Gotha şehrinde Heine kitaplığını yönetti. 2004 yılında hayata gözlerini yumdu. Türkçeye çevrilmiş bir eseri yok.
bir şiir;

[caption id="attachment_1338" align="aligncenter" width="428"]img_2757
Truva savaşını anlatan bir friz - Antalya Arkeoloji Müzesi[/caption]

Arkeoloji’den
Bir hitit tabletinde yazılı                                                                                              
tarihin ilk anlaşması,                                                                                            
tanrılar yurdunda                                                                                                  
Truva henüz ayakta.
Işık insanları Luviler                                                                                                
Anadolu'nun bilinen ilk halkı                                                                                        
ışık diyarı diğer adıyla                                                                                                
uygarlıklar doğuran bu topraklarda                                                                            
Tuvalılar Luvice konuşur.
Geçmişin sesleri destanlar ve şiirler                                                                            
kayalara kazınmış bilinçle                                                                                            
rüzgarlara fısıldar                                                                                                  
tanrılaştırılmış bilinmeyen sebepler.                                                                            
Truva ise yıkılmış bilinen bir sebepten

Doğan Sevimbike

Ve bir Sergi; PİSİDİA ANTİOKHEİA
2960e07142c9facac776ae8551f2096a8f111479798987_w1000
http://aktuelarkeoloji.com.tr/pisidia-antiokheia-fotograf-sergisi-22-kasimda-basliyor
Not 2: Kapak resmine dair; Antalya Arkeoloji Müzesi'nde bir lahdin üzerinde bulunan kabartma.
Lahdin cephesini oluşturan ön yüzde İlyada’da geçen bir mythosun betimi bulunmaktadır. Çeşitli versiyonları olan mythos şöyledir; Dionysos, Hindistan’a giderken Thrakia’dan geçmek ister; ancak Thrak Maionları’nın kralı Lykourgos buna izin vermez. Kral, Bakkhalar ve Satyrleri esir eder. Bunun üzerine Dionysos, Thetis’e sığınır. Lykourgos’un bu hakaretini tanrı bizzat kendi cezalandırır. Lykourgos’u delirtir ve asma kütüğü zannettiği kendi oğlunu öldürmesini sağlar; ancak ceza bununla da sona ermez. Bir süre sonra kıtlık baş gösteri; Bunun sonucunda Lykourgos Paggeia/Pangaion dağında el ve ayaklarından dört ata bağlanarak parçalanır.
Buna göre frizin seyirciye göre solunda yer alan çifte baltasıyla saldırı halinde betimlenmiş figür Lykourgos’tur. Lahdin merkezindeki merkez figürü olarak nitelendirilebilecek thrysos tutan, sakallı figür Papa Silenostur. Ön yüzde yer alan üçüncü mitolojik figür Aphrodite’dir. Önemli bir diğer betim de sağ köşe figürüdür. Burada önünde duran panteri ile Dionysos’tur. Sahnede yer alan diğer figürler Dionysos’un alayında yer alan Satyr ve Mainad’lardır.

"Boranla Gelen" Şair; Nikiforos Vrettakos





Yalnızlık diye bir şey olamaz
bir insanın toprağı kazdığı,
ıslık çaldığı,
ellerini yıkadığı yerde.
Yapraklarını hışırdattığı yerde bir ağacın,
çiçeğe konduğu yerde isimsiz bir böceğin,
bir derenin bir yıldızı yansıttığı yerde,
mutlu dudakları açık,
anasının memesi elinde
uyuyan bir bebeğin olduğu yerde
olamaz yalnızlık.
                                                                                             Nikiforos Vrettakos
 Şair, Akademisyen olan Nikiforos Vrettakos, 1 Ocak 1912'de  Krokees'de doğdu. Annesi Eugenia, doğum yapmak için kardeşinin (Arhondo) evine yakın bir çiftlik yerine "Plumitsa" dan buraya getirildi. Nikiforos Krokees'de büyüdükten sonra annesinin kocası olan Nikos'un kendi çocuğu olmayan Panteleakis'in evinde yaşarken gramer okuluna devam etti. Nikiforos, amcası ve diğer akrabalarının yardımıyla yakındaki Gythio şehrinde liseye devam ederek eğitimine devam etti.1929'da Atina Üniversitesi'ne gitmek üzere Gythio şehrinden ayrıldı. Ne yazık ki maddi zorluklar nedeniyle örgün eğitimini tamamlayamadı. Aynı yıl ilk şiir kitabı "Under Shadows and Lights" da yayınladı. Zor zamanları oldu; babası öldü ve annesi Krokees'e yerleşmek için Plumitsa'yı terk etti. Kız kardeşi Sofia ve kardeşi Mihali de Krokees'e taşındı orada evlendiler.
 1934'te Pitsa Apostolidou ile evlendi ve iki çocuğu oldu, Kostas ve Eugenia (Jenny). Kısa sürede çiftçilik yapmaya çalışırken, ayrıca ipek İşlerine girmeden önce ipek fabrikasında çalıştı. 1940-41 Arnavutluk Savaşı (2.dünya savaşı) ve 1942'de Yunanistan Ulusal Direniş Hareketi'ne (EAM) katıldı. Savaştan sonra memuriyet kariyerine devam etti, ancak siyasi düşüncelerinden dolayı 1947'de tasfiye edildi ve Pire için Atina'yı terk etmek zorunda kaldı. 1949'da Yunanistan Komünist Partisi üyeliğini iptal etti, zira başlıca denemelerinden birinde süper güçler arasında uzlaşma çağrısında bulundu. Nikiforos 1957'de Sovyetler Birliği'ni ziyaret etti. Aynı yıl Devlet Şiir Ödülünü kazandı ve bir gazeteci, çevirmen ve editör olarak çalışmaya başladı.
[caption id="attachment_1354" align="aligncenter" width="437"]vretakos Nikiforos Vrettakos[/caption]
1967'de Yunanistan'dan ayrıldı ve diktatörlük döneminde İsviçre ve İtalya'ya gitti. 1974 Nikiforos' Yunanistan'a döndüğünde doğduğu yeri yeniden keşfediyormuş gibi geri geldi. Burada amcasının evinde daha sonra  kızkardeşinin Sofia'nın evine Krokees'e yerleşti. 1980'lerin başında Plumitsa kalıntılarının yanında küçük bir ev inşa etti. Burada yaptığı çalışmaların çoğunu sevgili arkadaşı Taygetus dağına bakarak yazdı.
 Nikiforos, birkaç sayılık şiir ve "Nikos Kazantzakis-His Anguish and His Work" adlı eseri, otobiyografik "Odyni" ve diaspora Helenelerine (Yunanistan dışında yaşayan Yunanlılar) bir teklifte bulunan "Litvanya Körüğü Rahibesi" gibi  kitaplar yazdı. 
 Yunanistan'ın içinde ve dışında yüzlerce şehirde onur konuğu olarak organizasyonlara katıldı 
1464763240
 Nikiforos şiirde ulusal ödül aldı. O "Yunan şiirinin Azizi" olarak ilan edildi. Ayrıca Atina Üniversitesi'nden edebiyatta Onursal Doktora derecesi aldı ve Nobel Şiiri Ödülü'ne aday gösterildi.
 4 Ağustos 1991'de bir pazar sabahı barışın ve sevginin şairi Nikiforos, sevgilisi Plumitsa'da son nefesini verdi. Dünyaca ünlü besteci ve hümanist Mikis Theodorakis, ölümünün öğrendiğinde şöyle dedi: Çocukluğunuzdaki düşlerinin yerini uzun yolculuğunuza başlamak için seçtiniz. Ploumitsa yokluğunuzdan kurtuldu ve Taygetus dağı sessizliğinizden dolayı acıyor. Yüzyılların sessizliğine inmek ve sonsuzluğun eşiğini aşmak için size veda ettiğim son anı gönderiyorum, "Margarita" şiirinden dize, "Ruhunun tohumları evreni kırmızı pırıltı ile doldurdu" "Dedi.
Nikiforos'un tabutu, Atina'daki Yunan Ortodoks Katedrali'nde halkın karşısına çıkarıldı. Daha sonra 7 Ağustos'ta Atina'daki Ulusal Mezarlığa gömüldü.
Şiirlerinden bazıları
-------------
Kapının Açılışı
<...Sevgidir gökyüzü.
Hiçbir zaman yere düşmez...>
Dolaşıyorum
türkü söyleyerek.
Ayaklarımda tüm ulusların tozu. Tüm acılar.
Saçlarımda kül. Aralıyorum kapıyı.
Karşıda ocak. Yanında anam.
Fırlıyor ayağa, tedirgin, koşuyor.
İki elimle kucaklıyorum anamı.
Dayıyorum başımı göğsüne.
<...Çimen ver bir avuç...
yatıp uyuyayım...>
Ver kutsal elini,
bir şiir yazayım, sözcüklerle değil ama.
Sözcüklere paydos! Bir öpücükle.
Al şimdi yorgun on parmağımı,
as duvara, kurut. Bak.
Yalnızlık, rüzgar, acı deniz akacak.
------------------------
Mavi Mendil
Dağ değil. Aydan gelen ışınlar değil.
Derinlerden bize doğru gelen -çok iyi bak ama!
Barıştır. Selam çakıyor dünyaya.
Benden armağan
elindeki mendil.
----------------------
Bir Öğüt
Zaman, hiç kuşku yok, bir yerde bitecek.
Dostum, beni dinle gel:
Harcama vaktini boş yere.
Koparabildiğini koparmaya bak.
Boşver ateşleri sönüklere,
düzme ışıklara, kuru gürültülere boşver.
Suratları sırf toprak olanlar,
gerçek güneş doğar doğmaz
mumyalar gibi dökülüp gidecekler.

------------------
Sorsam
Elli yıl, yüz yıl sonra,
bağışlansa bana
bir pencereden başımı
uzatma ayrıcalığı,
sorsam korka korka:
Bu geçen sürede, sevgim
dünyaya ne sağladı?
---------------------
Bir Küçücük Işık
Evine giderken, evinden çıkarken,
yürürken kentte ya da ıssız bir yerde,
küçücük de olsa, bir ışık bıraksın ister geride.
Bilir çünkü:
Boşa gitmez bir tek yağmur damlası bile.
Yere akan kanı da saklar toprak
(Bir gün bunun hesabı sorulacak) .
Geleceğe ışık tutan
inlemeleridir ölenlerin
bir inanç uğruna.

Çev.: A.Kadir-Panayot Abacı

MAVİ GEZİ - Piri Reis'in İzinde





MAVİ GEZİ
Mavi gezi bir ağaçtır                                                                                        
Dalları deniz.                                                                                                        
Mavi gezi bir bahçedir                                                                                        
Gülleri deniz.                                                                                                        
Mavi gezi bir gelindir                                                                                          
Telleri deniz.                                                                                                        
Mavi gezi bir beşiktir                                                                                          
Bebeği deniz.                                                                                                  
Bebeğimin:                                                                                                      
gözleri deniz                                                                                                      
elleri deniz                                                                                                          
dişleri deniz.                                                                                                      
Mavi gezi bir rüyadır                                                                                            
görülmemiş.                                                                                                        
Mavi gezi bir cennettir                                                                                      
ellenmemiş                                                                                                    
dillenmemiş.                                                                                                      
Mavi gezi bir masaldır                                                                                    
söylenmemiş                                                                                                
yazılmamış                                                                                                        
çizilmemiş.
Mavi gezi bir mavidir, adı yok.                                                                            
Ağam sensiz bu mavinin tadı yok.                                                                            
Ağlamak yok, sızlamak yok mavi var                                                                        
Dünya boyunca yürek dolusu                                                                                      
İman boyunca Allah dolusu                                                                                  
 Otur çakıllarını boya mavi yavrusu                                                                        
Hey betine bereketine, kalınlığına                                                                        
Etine buduna kurban olduğum, dibi görünen su.                                                      
Bir kızım olursa adı DURUSU.

Bedri Rahmi EYUBOĞLU

Mavi Yolculuklar; Halikarnas Balıkçısı'nın Bordum'da sürgün yıllarında dostları ile denize açılarak kıyı kıyı gezerek, antik kentleri, tarihi ve denizin mavisini yeniden keşfetmeye çıktığı gezilerle başlıyor. Bu yolculuklarda kimler yoktu ki; Azra Erhat, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Eyüboğlu, Sabahattin Ali daha sonra Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, Cevat Çapan, Macit Gökberk, Füreya Koral ve daha niceleri.... Anadolu'nun Akdeniz'in uygarlıklarının keşfedilmesi, dünyaya tanıtılması-sunulması, edebiat ve şiir imgelerinde konularında kendini yeniden yaratması Mavi Anadolu felsefesinin de özünü oluşturuyor... Mavi Yolculuklar bu felsefenin keşfini tartışmalarını ve hayata karşı romantizmini yarattı.

Orhan Duru da Piri Reis'in Kitab-ı Bahriye'sinin izinden giderek ondan esinlenerek bir Mavi Yolculuğa çıkıyor. İlk baskısı 1977 yılında "Kıyı Kıyı Kent Kent" olarak Koza Yayınlarından çıktı. Geçtiğmiz haftalarda da YKY'den eklemeler, ayrıntılar ve önyazısıyla yeniden basıldı. Örneğin Yeni baskıda Kitab-ı Bahriyeden bazı bölümler eklenmiş kitaba renk katmış, fakat kitaba asıl renkli yapacak olan, seyahatname türüne sokacak olan şey haritalardır. Bir çok gezi kitabında olmayan şey. Bunun neden olduğunu anlamış değilim. Coğrafya üzerinden hislerin ve deneyimlerle birlikte bir gözlemin edebi ifade edilişi. Haritalar ise bir başka edebiyat bakışı yaratabilir düşüncelerimizde. Örneğin Tolkien'ın yarattığı Yüzüklerin Efendisi'ndeki OrtaDünya haritasına baktığımızda kitaba dair bir çok şeyi görebiliyoruz, kitabı daha okunası ve merak edilesi hale getiriyor harita. Tolkien bunu uydurdu yarattı elbette. Fakat Mavi Gezi'de gezilen ziyaret edilen yerleri göz önüne aldığımızda Akdeniz - ege kıyılar, dağları, adaları, köyleri ve bunlar arasındaki ulaşım vs.. Bir gezi kitabının olmazsa olmazı haritadır. Harita düşünceleri ve geziyi de bir sürekliliğe sokar, sürükleyici bir anlatımın kapsamını ve yoğunluğunu artırır.

Orhan Duru'nun Mavi gezisi de Piri Reis'in geçtiği güzergahlardan köylerden, limanlardan, şehirlerden; bizleri antik-tarihi bir yolculuğua çıkarıyor;

[caption id="attachment_1365" align="aligncenter" width="437"]kekova-gezi-rehberi-piri-reis-harita Kale Köyü ve Kekova; Kekova Limanı "Liman-ı Kekova olarak işaretlenmiş. Kırmızı dağların iki tepesindeyse nişan yazıyor. Büyük ihtimalle denizden gelirken adanın tanınması için tepeler bu şekilde işaretlenmiş. Üstteki pusulada yön ve rüzgarlar gösterilmiştir.[/caption]

Kekova'nın Gizemli Sularında

"Kekova'ya ilk gittiğimde kendimi başka bir gezegende sanmıştım. Bugün bile bu izlenimden kurtulamıyorum. Burası adalar, birbirinin içine girmiş körfezler, denize batmış kent kalıntıları, mağaralar, sarnıçlar ve umulmadık yerlerde karşımıza çıkan Likya mezarlarıyla dolu bir bölge. Kekova Adası'nın güneybatı ucunda yer alan Tersane, özellikle bir ilgi odağı. Kıyıdaki kilise kalıntısı buranın Bizans döneminde de kullanıldığını gösteriyor. Tersane'den çıkıp Kekova'nın Anadolu'ya bakan yakasında ilerleyince Batık Kent'e geliyorsunuz. Yüzme ve dalmanın yasak olduğu bu bölgede saydam suların içine batmış duvarları, rıhtım kalıntılarını görüyorsunuz. Belki burası geçmiş büyük bir deprem sonucu sulara gömüldü. Özel yapılmış teknelerle denizin dibini seyrederek dolaşma olanağı da var. Üçağız ve Kale'de insanlar her zaman denizle iç içe yaşadılar. Denizden beslendiler, ulaşımlarını deniz yoluyla sağladılar. Buraları gezerken kayıklarda tek başına kürek çeken kadınlarla karşılaşırsanız hiç şaşırmayın"


[caption id="attachment_1366" align="aligncenter" width="474"]100_9461
Kekova - Batık Şehir[/caption]

Homeros'tan İbn Battuta'ya Evliya Çelebi'den bir çok gezgine alıntılarla yüklü "Mavi Gezi"; Anadolu'yu yeniden tanımak, uygarlıkları keşfetmek; Mavinin içinde, kayıp zamanın izinde yola çıkmak isteyenler için keyifle okunacak bir kitap.

Büyük denizci Piri Reis'in deyimiyle "böyle biline vesselam"

Doğan Sevimbike

Şairlerin Hayatları; Şiirin Gizli Tarihi



"Şiir benim açımdan bir dünya görüşü, insanlara hayatı boyunca     eşlik eden bir felsefedir."                                                                                                                                                                               Andrei Tarkovsky

Dünyaca ünlü ateist biyolog Richard Dawkins “Gerçeğin Büyüsü” diyor, doğa için ve Latin Amerika’dan doğan edebiyatın “Büyülü Gerçekçilik”i. Gerçek ve büyü sözcükleri bir çok dalda sentezlenerek aslında sıradan, hayattan ve doğadan olanı gündeme getirmiştir. Neticede tüm kurgular bir gerçeklikten beslenir. Gerçeğin güçlü duygularla başka bir gerçeklik yaratması yada büyünün tınısı onun hayattan ve hayatın çelişkilerinden beslenmesidir. Şiir ise daima bir büyülü yol yaratmıştır. Peki ya şairler ve hayatları ? Onların büyülü gerçekçiliği ?. Şairlerin hayatlarına bakınca yaşamlarının da şiir gibi olduğunu görüyoruz. Kimi bir roman kadar yoğun ve büyük yaşamlar, kimi ise sıradan ve büyük yaşamlar.
Doğa ve yaşam şiirseldir bir edebiyatçının hayal dünyasında. Ve şiir; insanın doğaya ve doğayla mücadelesine anlam katarak yarattığı sestir. Kendini tutkuların sözcükleriyle büyüten yazıdır şiir. Yaşam şekli değiştikçe ses ve anlam da değişir hale gelir. Belki de bu yüzdendir hızlı-tüketim çağında tutkunun özünün anlaşılamaması ve şiirin gereken değeri görememesi...
Şiirin gücü: ne o örgüt ne bu örgüt, insanın eşitliğe adalete sosyalizme olan inancını sevdasını bir Nazım Hikmet şiiri kadar başarabilmiş değildir Türkiye’de. Neruda, Lorca, Ritsos, Aragon ve diğerleri dünyada da böyle; şiir sınırları aşan büyük umutları örgütleyendir. İşte bu yüzden Şiirin tarihi, her konuyu kapsayan ama özünde mücadele ve direnişini tutkuyla yaşatan bir tarihtir. Bir yaşamı; şairane ve tutkularla her şeye rağmen yaşayabilmek olduğunu en sıradan olaylarda bile görebiliyoruz şairlerin anılarında.
Türkiye’nin en aydınlık yüzlerinin yaşamları var kitapta. Refik Durbaş gerçek belgelere dayanarak bu anıları, dizelerin sözcüklerin insanların hayatında bir zamanlar önemli olduğu yılları anlatıyor.
Attila İlhan’ın dizelerinde gibi güçlü ve üretkendi yaşam; sözcüklerle örgütlenen bir zamanlar...
O sözler ki kalbimizin üstünde 
Dolu bir tabanca gibi 
Olup ölesiye taşırız 
O sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan 
Uğrunda asılırız 
İlkeleri olan insandır Şair, direnendir mücadele edendir tutkuyla hakikati arama yolunda bütün yaşamı özgürleştirendir. Yüreğinde kavgasını ve umudunu taşıyandır. Şiirin değer gördüğü yılları anlatıyor Refik Durbaş ve bir o kadar da memleketin halini...
                                                                                                                                  Doğan Sevimbike
Kitaptan bir bölüm;
Üstat, neden şiir ?
Cemal Süreya, Ünlü şiirlerinden “Göçebe” de Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Çocuk ve Allah kitabına şu üç mısra ile değinir;
Yabana mı atıyorum saat altı buçukları                                                                   Çocuk ve Allah’ın en eski baskısını                                                                         Değil, değil bunların biri
Cemal Süreya, İkinci Yeni şiirinden söz ederken de “Bizim nesil bu kitaptan çıktı” diyecektir.
1940 yılında yayımlanan Çocuk ve Allah Dağlarca’nın Havaya Çizilen Dünya’dan sonra İkinci şiir kitabı...
1946’da CHP Şiir Yarışması’nda üçüncü olan kitap, “Dağlarca’yı Dağlarca yapan kitap” olarak da bilinmekte...
Dağlarca, bundan sonra bütün ömrünce şiir yazacaktır, 1950’li yılların sonunda kısa bir dönem kaleme aldığı düzyazıları dışında...

Bir gün sormuştum, “Üstat, neden şiir?”
Anlatmıştı...
Çocuk ve Allah’ın yayımlandığı yıllardır. Genç bir şiir heveslisi gelir, “Bana nasıl şair olunacağını anlatır mısın?” der.
Dağlarca der ki:
“Tanrı, sana dese ki, kolundan birini keseceğim, ama sen İstanbul’un en büyük şairi olacaksın.”
“iki kolumu da keserim.”
“Ayaklarını keseceğim, Türkiye’nin en iyi şairi olacaksın.”
“İki ayağımın da kesilmesini isterim.”
“Gövdeni ortasından ikiye böleceğim, Balkanlar’ın en yetenekli şairi olacaksın.”
“O da kabülüm.”
“Kafanı keseceğim, dünyanın en erişilmez şairi olacaksın.”
“Bu kadarı da fazla” der genç şair adayı, “bütün bunlar şair olmaya değer mi?”
Dağlarca devam ediyor: “Şiir öyle bir tutkudur ki, elbette bütün bunlara değer. Benim, yazmak için kalem tutacak iki parmağım ve görecek bir gözüm kalsın, işte bunlar şiir yazmam için yeterlidir.”
Nitekim son nefesine verene kadar bu inancını yitirmedi ve yalnızca şiir yazdı.
Şiire İkinci Yeni ile başlayan, ardından ilk üç kitabı Gül Yordamı, Ölü Bir Yaz ve Tutsak Kan’ı yakarak sosyalist dünya görüşüne bağlanan Kemal Özer’e göre ise şiir, bir zanaatçılık sorunuydu.
Şair elbette “Tutku”ya, “esin”e, hatta “yetenek”ini üst düzeyde tutmaya önem vermelidir. Ama bir zanaatçı titizliğiyle çalışmasını da bilmelidir. Bir marangoz, demirci ustasının yaratıcılığı çalıştığı ölçüde yükseliyorsa, şair de çalışmasıyla şiirini daha ileri düzeylere çıkarabilir.
Fakat dün olduğu gibi bugün de şiir aleminde “tutku”dan yoksun, yalnızca çalışarak ünlü olduğu sanılan yeteneksiz “şiir yazıcıları”nın ortada dolaşması belki de bu yüzden...
Çünkü iyi ve sıkı şiir usta terzi işidir; “konfeksiyon” işçiliğiyle şiir yazıldığı dünyanın neresinde görülmüştür ?

Mirabeau Köprüsü





Mirabeau Köprüsü altında nehir akar                                                                          
ve sevgimiz..                                                                                                        
Hatırlamalı mı?                                                                                                          
Her kederden sonra gelen neşeyi.
Gece bir saat sesi gibi geçiyor,                                                                              
Günler geçse de ben yine kalırım.
Yüz yüze ve elele                                                                                                
Köprünün altındayken.                                                                                      
Kucaklaşmamız ve kollarımızda uzanan köprü                                                                
sonsuza dek akışında yorgun bakışlarla.
Gece bir saat gibi geçiyor,                                                                                          
Günler geçse de ben yine kalırım.
Aşk bu akan su gibi gider,                                                                                           
bütün sevgi biter.                                                                                                    
Hayat zavallı İyimserlik ve beklenti,                                                                            
aşk umudu ne kadar şiddetli.
Gece bir saat gibi geçiyor,                                                                                        
Günler geçse de ben yine kalırım.
Günlerimiz ve geçen haftalar..                                                                                    
Ne geçmiş zaman                                                                                                      
ne aşk tekrar döner                                                                                            
Mirabeau köprüsü altında nehir,                                                                      
Denizlere akmaya devam eder.

Guillaume Apollinaire

Çeviri: Doğan Sevimbike

https://www.youtube.com/watch?v=qmxFAT581T4

Tahsin Yücel’in “Yalan”ı ve Post-truth

“Gülünç ile acıklının iç içe geçtiği anlatımıyla, yaşadığımız dönemin çelişkilerine tanıklık eden ilginç kişileriyle Yalan, günümüz toplumunun hastalıklı yanlarından birine parmak basıyor. Romanın odak kişisi, şaşırtıcı bilgisini ansiklopedilere ve olağanüstü belleğine borçlu olan, yapayalnız, silik, beceriksiz, ama benzerine güç rastlanır bir adam: Yusuf Aksu. Saçma bir aşk yüzünden on yedi yaşında kendini öldüren bir sınıf arkadaşının anısı, Yusuf'un yaşamına bambaşka bir yön verir. Arkadaşının kuramı kendisine mal edilince de çok geniş bir hayran kitlesinin gözdesi olur. Çevresinin kendisine dayattığı kimliği üstlenir. Ancak mutsuz bir aşkın ardından, yalnızca yanıldığını görmekle kalmaz, başta kendi kimliği olmak üzere, her şeyin yalan üzerine kurulduğunu anlar. Edebiyat dünyamızda büyük ses getiren Peygamberin Son Beş Günü adlı romanından tam on yıl sonra usta yazar Tahsin Yücel, çağımızda toplumsal bir alışkanlığa dönüşen, ama evrensel boyutlara uzanan yalan'ı ele alıyor.”
Arka kapaktan

Tahsin Yücel’in 2003 yılında “Ömer Asım Aksoy Roman Ödülü” ve “Yunus Nadi Roman Ödülü”nü kazanmış  “Yalan” romanı 672 sayfa kalın bir kitap olarak gözükse de dil ve anlatımdan dolayı kolay okunan bir eser. Tahsin Yücel’in eserleri herkes tarafından okunabilecek dil ve anlatıma sahip. Yalan tüm eserleri içindeki en kapsamlı romanı. Dolasıyla diğer eserinin ana muhtevalarını Yalan’da bir arada görebiliyoruz. Dil bilimci olduğu gibi dilimize kazandırdığı sözcükler romanlarında da karşımıza çıkıyor. Kitapta tarihten, sanattan, müzikten ve felsefeden bir çok isim ve olay geçtiği gibi, Tahsin Yücel bu isimlerin ve olayların kavramsal dünyalarına dair yorumlamalar yapmayı da ihmal etmez.
Yalan romanında hakikate uymayan bir tezi savunan Yunus-Yusuf Aksu’nun zamanla popüler olması tanınması, etrafında büyüyen kalabalığın içinde gerçeği bildiği o yalanı devam ettirmesinin yaşamı kitaptaki ana konuyu oluşturuyor. Yalnız bir adamın yalnız kalmamak adına bir yalanı nasıl sahiplendiğini okuyoruz. Bazı yalanlar vardır insanlara sosyal çevre ve statü kazandırır. Daha doğrusu insan böyle olduğunu zanneder. Ömrü bir yalan etrafında yaşamak yaşamaya benzemez. Bu bir anlamda korku, tedirginlik endişe içinde yaşamaktır aslında. Göreceli yapay mutluluklar katabilir, zenginlik de katabilir belki. Ama korku içinde yaşamak; bir gün o yalanın ortaya çıkacağı korkusuyla yaşamak kitapta anlatılan bir yaşamdır. Ama sadece bununla sınırlı değil. Okumuş yazmış insanların, bilim adamlarının, sanatçıların, edebiyatçıların dahi bu yalana nasıl inandıklarını görüyoruz. Tahsin Yücel, Türkiye’yi siyasal ve tarihsel olarak çok iyi bilen bir aydınımızdı. Dolasıyla romanda anlatılan bir Türkiye gerçeğidir de aynı zamanda. Bu gerçekleri yazan insanları pek tanımıyoruz. Ama tarihimizde hiç olmamış olayları olguları, bir romanda gerçekmiş gibi sunan ödüllü yazarları devamlı piyasada görmekteyiz. Göz ardı edilemeyecek bir konu. Şimdilik bir başka yazıda incelemeye bırakalım.
Dil yazıdan doğar gelişir yoksa yazı mı dilden doğar. Dilden kastedilen konuşma ve sözcükler. Önce resim vardı sonra ses geldi gibi düşünebiliriz. Elbette konuşmanın tarihini bilemeyiz ama yazıdan önce dilin var olduğunu biliyoruz. Fakat kitabı okuyunca zaman zaman dilin yazıdan doğduğuna inanabiliyor insan. Roman bu süreklilikte bizi de bu yalana ikna edebiliyor.
Tahsin Yücel bilindiği gibi bir dil bilimcidir ama bir dil bilimciden fazlasıdır da. Fransızca’dan yaptığı çeviriler onun romanlarındaki fransız kültürü etkisini; edebiyattaki karakter ve karakterlerin psikolojisindeki güçü vurgularda anlatımlarda da görebiliyoruz. Yunus Aksu ve Yusuf Aksu iki kardeş /iki arkadaş. Kitap boyunca bu iki karakterin hangisini okuduğumu şaşırdığım oldu. Halen daha hangisi olduğunu hatırlayamıyorum.
Tahsin Yücel romanlarına bilgiyi koymayı ihmal etmez. Fakat bu bilgiyi bir “tez romanı” havasında değil, (Örneğin Kemal Tahir’in romanlarındaki köylü diyalogları ) bilakis bunu diyaloğun yada anlatımın içinde olayın, olgunun ve karakterin yapısına göre verir. Göstergebilim; fransızca ifadeyle semiyotik bir tarzla romanın akışın uygun olarak bilgiyi sistematik bir süreçle okura sunar. Bu da anlatımda kopukluk yada acayiplik yaratmaz.
“Yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalan teşkilat kurmuş, doğru yalnızdır.”                                                                                                                                                                                                                        Yaşar Kemal
Yalan her yerde değil. Yalan, Yaşar Kemal'in ifadesiyle örgütlü bir halde. Tahsin Yücel’in romanı yalanın nasıl teşkilatlandığını anlatıyor. Bugün kimi çevreler hangi yalanlar üzerinde ortaklaşıyorlar. Bazıları yalanlara sorgusuz sualsiz kabul ederken bazıları süreçlerle yalanlara entegre oluyor. Örgütlü yalanın etkisine giriyor. Yalan örgütünün "gururlu" bir üyesi oluveriyor. Bu da yalan gerçeğine karşı sorgulayarak şüpheyle yaklaşarak o yalana saygı duyulduğunu gösteriyor ve yalanın artık gerçekmiş gibi algılanmasına sebebiyet veriyor. Sonuçta da karşımızda pırıl pırıl bir “post-gerçek”çıkıyor. Bu post gerçek algıyla günümüz kimi “edebiyat” yada “aydın” çevrelerinin büyük ölçüde romandaki süreçlerle benzeştiğini düşünüyorum. Siyasal ve sosyal olayların tahlilini yaptığımızda Yalan’daki gerçekliğin derinliği ve kapsamı büyüyor.
Oxford Sözlük 2016 için yılın kelimesini seçti; “Post Truth” yani post-gerçek yani gerçek ötesi; yani “Yalan”.
Dünyayı yöneten liderlere de baktığımızda insanların politik kültür içinde post-gerçek bir olguyla hareket edip liderlerini seçtiklerini görüyoruz. Trump örneği ve Avrupa’da yükselen yabancı düşmanlığından beslenen partiler-hareketler. Yalan olgusunu bir karakter bir kişilik bilinci olarak görmediğimiz sürece dünyayı aptallar yönetmeye devam edecektir. Çevremizdeki yalan merkeziyetçiliğini deşifre etmeyen her sosyal grup da bu aptallar tarafından yönlendirilmeye muhtaçtır. Yalan bireyle başlar ama kitleselleşir. Kitleselleştikçe gücü artar. Tahsin Yücel de yalan olgusunu çocukluğundan ölümüne kadar bir karakterin yaşamından anlatıyor. Sonuç olarak Tahsin Yücel’in "Yalan"ı; post-truth denen olgudur.
İnsanlar kendilerine bir dünya kurabilir ve bu dünya yalanlarla dolu olabilir. Çünkü insan yaratan bir varlıktır ve bir sürü gerçeklik yaratabilme kabiliyetine sahiptir. Fakat hakikat tektir; Tevfik Fikret’in dediği gibi “hak bildiğin yolda yalnız yürüyeceksin”. Gerçekliklerde ortaklaşma olabilir ama hakikat ortaya çıktığında o gerçeklik de yok olmaya mahkumdur. Yalnız yürümek; hakikati yalnız aramak, insanın kendine olan güveni ve saygısıdır. Kendi öz benliği ve vicdanıdır. Yalanın teşkilatlanmasını engellemenin tek yolu insanın, aklı hür vicdanı hür irfanı hür bir şekilde büyümesi, yetişmesi ve ilerlemesidir.

Doğan Sevimbike 

Arap Baharı ve İbn Battuta’nın İzinde Bir Serüven

Arap Baharı ve İbn Battuta’nın İzinde Bir Gencin Serüveni
Arap Baharı üzerine bir çok araştırma ve siyaset kitabı yazıldı. Güncelliği süren olayların edebiyat alanında tutunmaları oldukça güç bir durum. Fakat Ortadoğu-mağrip kültürüne ve coğrafyasına son derece hakim olan Mathias Enard, bilgisi ve güçlü kurgusuyla Arap Baharı ve Ortaçağ'ın en büyük seyyahı olan İbn Battuta’yı da harmanlayarak ortaya keyifle okunan bir eser çıkarmış.

“Hırsızlar Sokağı” Arap Baharı konusunda yaşanan olaylara farklı bir açıdan bakmamızı sağlıyor. Roman; İbn Battuta’nın izinde gitmeye çalışan ama içinde bulunduğu kültürel ve ekonomik şartların esirliğinden kopamayan Faslı bir genç olan Lakhdar’ın yolculuğunu psikolojik ve sosyolojik tespitlerle beraber kahramanın kendi iç hesaplaşmalarıyla birlikte aktarıyor. Lakhdar’ın yolculuğu para kazanma ve geçinme ekseninde ordan oraya sürüklenmesi olsa da aynı zamanda okuduğu kitaplarla ve şiirlerle yolculuklarına anlam katıyor. Lakhdar Ortaçağ'ın büyük seyyahı İbn Battuta’yı kendine manevi bir güç veren içsel bir rehber olarak bakmakta ve gittiği yerleri onun eserlerinde geçen hikayelerle özdeştirmektedir. Yolculuğunun başlıca yerleri ise Tanca, Tunus, Algeciras ve Barselona’dır.
Lakhdar için bir başka manevi rehber ise; İspanya, Fas, Tunus gibi ülkelerdeki iç çalkantılar, eylemler, protestolar ve patlamaların ortasında Judit adlı kıza olan aşkı. Judit eğitimli bir İspanyol ailenin çocuğudur. Üniversitede Arap Dili ve Edebiyatı okurken Lakhdar’la bir barda tanışırlar. Bu tanışmayla birlikte ilk defa aşık olmayı da öğrenir Lakhdar. Gencin aşka yüklediği anlamlar ve Marakeş’teki İslami cihatçıların bombalı eylemi Faslı genç Lakhdar’ın içinde bulunduğu "Kuran Düşüncesini Yayma Cemiyeti"ne olan bakışını değiştirmeye başlar. Gençliğin vermiş olduğu enerji ve hevesle atıldığı işleri yapsa da okudukları ile bir çok şeyi de sorgular; Arap Baharının yarattığı genel eylem ortamında düzenin değişeceğine olan genel inancı da sorgulamaya başlar. Arka planda siyasal bir olgu olarak Arap Baharı yer alsa da bir başka arka plan da gençliktir. Bütün devrimlerin ve değişim baharlarının dinmosu gençlik olmuştur. Romanda da gençliğin düzene ve düzen değişikliğine dair nasıl bir açıdan baktığına da şu diyaloglarla değinilir;
“Bütün gençler benim gibi”, diye ekledim birden canlandığımı hissetmiştim. “İslamcılar, bize ait olması gereken dinimizi bizden çalan yaşlı muhafazakarlar. Bize sundukları tek şey yasaklamalar ve baskı. Arap solu greve takılıp kalmış eski sendikacılardan ibaret. Peki, beni kim temsil edecek, ha?”
Geleceksizlik ve gelecek umudu, işsizlik ve yarı göçer şekilde işlerde çalışmak, geçinmek, işçilerin eylemleri, fahişeler, deniz yolculuğu, dolandırıcılar, hırsızlar ve müslümanlar ve islamcılar... Bununla birlikte Lakhdar’a eşlik eden kitaplar şiirler ve aşk...
“No se puede vivir sin amar, Judith’e hep bunu tekrar ediyordum, sevmeden yaşayamazsın; Bu cümleyi güzel ve karmaşık bir kara romanda bulmuştum; judith’in kendini toparlaması, gücüne enerjisine yeniden kavuşması lazımdı, benimse tek bir arzum vardı, içime dolup taşan bu kıvılcımları, bu sevgi ateşini ona sunmak, -ona bunu kitaplarla, şiirlerle, günlük hayatın içinde jestlerle sunmak-...”
Batılı yazarların ortadoğu üzerine yazdıkları edebiyat yada araştırma kitaplarında “oryantalizm” çokça görülen bir anlayıştır. Malesef bunu Türkiye’deki kimi romancılar ve araştırmacılar da kabullenmekte ve eserlerini yazarken kullandıkları batılı tezlerin bir sonucu olarak oryantalizm etkisinden kurtulamamaktadırlar. Yada belki böyle bir niyetleri yok. Batı dünyasının belirli ve güçlü çevrelerinin doğuya ve Türkiye’ye kabul ettirmeye çalıştığı oryantalizme Mathias Enard aldanmamış. Romanda bu tarz bir konumlandırma görmedim. Tam tersi müslüman bir gencin ona giydirilen dar anlayışa karşı dünyayı gezme görme sevme ve şiir okuma hırsının galip geldiğini gösteren bir sürü içsel konuşmalar ve diyaloglar var.

Mathias Enard asıl olarak “Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara” romanıyla ülkemizde tanınmış bir yazar. Akdeniz kültürünün tarihine ve çeşitliliğine olan ilgisi ve merakı ülkemiz okurları için büyük bir şans. Kitapta anlatılan olayların ülkemizde yaşanan olaylar ve hikayelerle çokça örtüştüğünü söylemeliyim. Hırsızlar Sokağı, Arap Baharı’nın psikolojisi ve sosyolojisine dair zevkle okunan bir roman. Diğer kitaplarını okumak için bir çok sebep sayabilirim
Lakhdar’ın sözleriyle bitirelim;
Tancalı çocuğu, Besim’in arkadaşını yeniden bulamam; o zamandan bu yana hayat geçti, Tanrı firar etti, bilinç ilerledi, onunla beraber kimlik de - ne okuduysam oyum, ne gördüysem oyum, bende Araplık kadar İspanyolluk ve Fransızlık da var, bu aynalarda o kadar çoğaldım ki, kendimi kaybettim ya da kendimi yeniden inşa ettim, imgeler kırılgan, imgeler devinim halinde. Judit’e, No se puede vivir sin amar, ( sevmeden yaşayamazsın) diyordum ve yanılıyordum, insan sevmeden yaşayabilir, aşk da bir kitaptır, bir aynadır, balmumu tabletimizin üstünde bir işaret, ellerimizdeki izler, hayat çizgileri, oyun bittikten, olan olduktan sonra beliren parmak izleri -
Doğan Sevimbike
Jordi Savall - "Zamanın Yolcusu İbn Battuta" / Philharmonie de Paris

https://www.youtube.com/watch?v=_6w2OUQOzUw

Lao Tzu-Tao Yolu Öğretisi ve Oinoandalı Diyojen-Doğa Üzerine Bir Epitom






Doğa ve mutlu yaşam üzerine bir giriş yada deneme

Epikürizmin ülkemiz topraklarındaki temsilcilerinden biri olan Oinoandalı Diyojen’in yazıta aktarılmış Doğa Üzerine Bir Epitom adlı öğretilerinin ve Lao Tzu’nun Tao Yolu Öğretisi ile karşılaştırmalı bir kısa bakış yapalım;
Lao Tzu; Taoizmin kurucusu olarak kabul edilir. Çince’de yaşlı bilge, üstad anlamına gelir. Tao Yolu Öğretisi, Tao Te Ching bilinen en önemli eseridir. Tao düzen anlamına gelir. Evren Tao ile var olmuştur. Yin – Yang, iyi-kötü, kadın-erkek vs gibi diyalektik bir yaklaşım barındırır. Bu yaklaşımı doğanın ve evrenin dengesi olarak sunar. Bu sebeple Taoizm, Zen Budizminin temeli olarak kabul edilir.
Tao ve taoizm konusu epey uzun ayrıntılı bir mesele fakat burada Çin’deki din algısı ve felsefesi ayrımlarına girmeden Taoizmin felsefi yönünü baz aldığımızda: Taocu din ile Taocu felsefenin ayrımının gözetilmesini öğütleyen Fransız düşünür Granet Taocu felsefeyi şöyle özetler;
“Sadece yaşamak için yaşamak. Bu saf ve neşeli sanatı çocuklardan, hayvanlardan ve bitkilerden öğrenebiliriz. Onlar gibi yaşayabiliriz. İnsan her şeye gülümseyen, hiç bir amaç gözetmeksizin ortada dolaşan bir bebek gibi olmalıdır. Yeni doğmuş bir buzağıyla, daha iyisi suya benzemeye çalışmalıdır. Çünkü su her biçime girer, her şeye kucağını açar, her şeyi yansıtır”. İnsan böylesine bir yaşama raks, müzik, sarhoşlukla varabilir. İnsan yapabildiği kadar yaşamını uzatmaya çalışmalıdır.
[caption id="attachment_1657" align="aligncenter" width="300"] Oinoanda antik kenti - Magma Dergisi[/caption]
“Konfüçyüs öğretisi dünyayı değiştirmeyi öngörür. Batılı anlayışa daha yakındır. Lao Tzu içinse doğa güçlüdür. Tao’nun yolu doğanın yoludur. Bunun yöntemi de ona uymak, yani onun gibi davranmaktır. Günümüzde doğaya ve dünyaya egemen olmuş bir insanlık için bu istek anlamsız görünür. Fakat 2500 yıl öncesinin koşullarında Lao Tzu öğretisi rasyonel bir dünya yorumudur.”
“... Eğer, beyler, bu insanlara bizim aramızdaki tartışmada “mutluluğa götüren yol nedir” diye sorulsaydı ve onlar da buna “erdemlerdir” diye cevap verseydi (ki bu esasen doğru olurdu) onlarla bu konuda hemfikir olmak dışında herhangi bir adım atmak gereksiz olurdu. Lakin ben, mesele “mutluluğa götüren yol nedir” değil, “mutluluk nedir ve doğamızın nihai amacı nedir” diyorum. Hem şimdi hem her zaman tüm Greklere ve Grek olmayanlara şöyle haykırıyorum: Haz, hayatın en hoş doruğuyken insanlarca uygunsuz şekilde altüst edilen erdemler (insanlar erdemleri araç olmaktan çıkartıp son kılmıştır), hiçbir şekilde son değil, sona götüren araçtır. Şimdi bunun doğru olduğunu ifade edelim ve başlangıç noktamız yapalım. Peki birisi gelip de “bu erdemlerin kime faydası var” diye sorsa ki bu safçadır, cevap besbelli “insan” olurdu. Erdemler ne uçan kuşun daha iyi uçması ne de diğer hayvanların içinde doğdukları doğayı terk etmeleri içindir; bilakis erdemler bu doğa uğruna her şeyi yapar ve var olur... “
Magma-doğa üzerine epitom
Epikür felsefesinin takipçisi; (Fethiye’nin Ksantos Vadisinde buluşan şehir) Oinoanda’lı filozof Diyojen MÖ 341- 270
Epikürizm: Dinsel olmayan haz peşinde koşan materyalist felsefenin ilk örneği: ““yok olmak kaçınılmaz yazgımız olduğuna göre elimizdeki bu tek hayattan fazlasını almalıyız; amacımız, bu dünyada iyi yaşamak, bu dünyada mutlu olmaktır”
“Kişileri soylu ya da sonsuz yapan herkese eşit olan doğa değil, kişilerin eylem ve mizaçlarıdır. Baht diye adlandırdığımız tesadüfler nadiren hayata müdahale eder. Her şey genellikle bizim elimizdedir.”
Hande Ölçeroğlu / Magma-doğa üzerine epitom

Tao ile Ching Çinli filozof Lao Tzu’nun MÖ. 6.yüzyılda yazdığı düşünülen bir yapıt. Bundan 2500 yıl öncesinin bilgi ortamında, doğa-insan ilişkisini dinsel ve mistik yorumlara bulaştırmadan anlatan ve insanın doğayı izlemesini öneren bir öğütler kitabı.
Gök ve yerden önce tanımsız fakat bir araya gelen tek şey vardı.
Sessizdi, boştu!
Kendiliğinden var olan, değişmeyen, her şeye nüfuz eden, tükenmeyen bir şey,
Ona her şeyin anası diyebiliriz. Adını bilmiyorum. Ona Tao(yol) diyorum.
Bu kavramı bir kategoriye sokmak istersem ona Büyük Tao da diyebilirim.
Büyük sınırsıza uzanır. Sınırsıza uzanmak çok uzaklara varmak demek. Uzaklara varmak yakına glemek demek.
Tao’da dört büyüklük var: Tao büyük, Gök büyük, bilge kral büyük, insan büyük.
İnsan yasalarını Yer’den alır. Yer Gök’ten alır, Gök Tao’dan alır. Tao yasası kendinde olandır.
“Yorum: Bu Lao Tzu’nun kitaptaki kozmogoni kuramlarından biridir. Her şeyden önce biçimi olmayan bir bütün vardı; yalnız, sessiz, ilişiksiz. Bu adsız, sınırsız bütünün yasası kendisidir. Tao Gök’ten başlayan bir düzendir. Gök Tao’dan, Yer Gök’ten, İnsan Yer’den. Bu evrensel hiyerarşidir.”
Doğan Kuban
“Marksizmin geliştirici kuramcısı Lenin, ünlü Felsefe Defterleri’nde Epikuros felsefesini incelerken “Epikuros’un dahice tahmini”, “bu, diyalektik materyalizme doğrudan yaklaşımıdır” gibi övgücü kenar bahsettiği kenar notlarıyla vurgulamıştır. Ayrıca Hegel’in Epikuros’u değerlendiren sözlerini de “bir idealistin materyalizmi çarpıtmasına ve ona iftira etmesine örnek olarak niteler.”
Felsefe Ansiklopedisi – Remzi Kitabevi
Antikçağ Yunanlılarının mutluluk felsefesinin Çin biçimi de diyebiliriz Taozim için. Epikürcü felsefe ile Taocu felsefenin ortak yönünün diyalektik materyalizmi barındırmasıyla beraber; farklı coğrafyalarda farklı yüzyıllarda çıkmış fakat insanlığın mutlu bir hayatı nasıl yaşamalı sorusuna yönelik verdiği cevaplarla birlikte bir çok ortak yön bulmak olası. Örneğin erdemli olmayı amaç değil mutlu yaşamanın bir aracı olarak görmek ilkel komünal toplumda doğanın işleyişine uyum sağlamak doğanın yaratımları ile ortaklık kurmak. Taoizm’in din yönelimi/yorumu olsa da, Granet’in dediği gibi felsefi açıdan yaklaşarak Epikürizm ve Taoizm arasındaki doğadan öğrenmek doğa ile yaşamak, mutluluğun yolu ve düzeni olarak yorumlanıyor. Her iki görüş de ortaya çıktıları dönem koşullarında değerlendirildiği zaman; dünyanın varlığını soyut düşüncelerle değil bizzat yaşamdan seçilen olgularla anlatırlar. Her iki felsefenin özünde de rasyonel bir dünya yorumu vardır.
Bilgi-erdem ve mutlu yaşam arasındaki bağlamlar ve anlamlarla kendimize yollar seçiyoruz. Günümüz tüketim ve hızlılık dünyasında ve postmodern-mistik-dinsel argümanların rasyonel düşünceyi cepheden sardığı bu çağda; epikürizm-taoizm felsefeleri, barındırdıkları temel savlarıyla (Epiküryen Taoizm diye bir şey uydurulabilir belki) mutululuk arayışlarımızda yolumuzu daha rahat aydınlatmamızı sağlayabilir.
Özellikle Batı Anadolu'daki antik şehirlerde epikür felsefesinin izinden giden bir çok komün yaşamı olmuş. Bugün de şehirlerde zen budizminden ortaya çıkan yaklaşımlar görüşler bulmak çok olası. Mistik yada dinsel anlamlar yüklemeden ya da bu kavramlara esir olmadan yeni yaşam yaklaşımları düşünülebilir.
Doğan Sevimbike