23 Ağustos 2016 Salı

Ben Akdenizli Bir Şamanım


             



  Ben Akdenizli Bir Şamanım


Ben Akdenizli bir şamanım
Odysseus ile birlikte gezer savaşırım.
Halikarnas balıkçısının ağlarına takılan,
antik denizin balıklarından..
ağacından, suyundan ve toprağından,
tarihi içmiş gibi sarhoş, ve şarap gibi eski bu yıkık kentlerde düşlerim.

Bir şehirde bir tanrı heykeli bembeyaz sütten yapılma sanki
baktıkça insanlaşıyor, iri gövdeli denize bakan sunakta, dimdik ayaktaki,
uzaklarda uzaklarda gözleri, ama burada kalbi..
zeytin ağacının kökleri bir atar damar misali
besliyor Akdeniz'i, yaşasın diye.

Akdeniz bir mekan bir zaman
denizin derinlerinde dağların tepesinde,
yolculuktan öteye mavinin izinde
keçi çobanlarından feylosoflara,
bir büyük düşün gemisi limanlar yaratan.


Bir gecedir Akdeniz Yıldızları rengahenk bakar,
bir rüya düşlerimizi süsleyen
 ve bir cennet,
Okeanos bile fethedememiş.


Tarihin bu en mavi ırmağında
bir masaldır Akdeniz,
yollarda dile gelen 
 bir ateşin etrafında söylenen.
Ve Ben Akdenizli bir şamanım 
yürürüm mavilikler boyunca
dağlardan ve denizden yana.



Doğan Sevimbike

.


Mare Nostrum - Jordi Savall 



https://www.youtube.com/watch?v=wGPb9fiSgfo

















22 Ağustos 2016 Pazartesi

BİR AHŞAP MAVİLİK







BİR AHŞAP MAVİLİK 

Bir ahşap mavilik-
ve Heybeli’de bir balkon.

Eğik açıyla gelince ışık demeti,
Renkler giyinirler-
en canlı elbiselerini.
Dik açıyla gelince ışık huzmesi-
renkler donuklaşırlar—
Sınıfta, tenefüsün gelmesini bekleyen çocuklar gibi…

Ve gün batımında,
Bir ahşap mavilikten denize bakan ev
Ve bir düşlük mavilik senin saçlarında son ışıklar…
Ama ay geceye hapsolmadan-
kurtarır saçlarının rengini.
Ve gün doğumunda-
geceden kalma anılar unutulur—
Bir günbatımına ışık olsun diye-
sabahın ahenkli çelişkisi.
Günbatımında aynı açıyla gelen ışıkta-
doğmak ve batmak—
Aydınlığıdır ruhun yüceliğinin-
duygularım- 'dan dolayı sevgilim—
Kılıktan kılığa giren bu mavilikten-
ahşap bir evin balkonunda—
Birlikte bir vapur seferi daha seyrederiz.






Doğan Sevimbike

21 Ağustos 2016 Pazar

ŞAİR, ŞİİR VE HAYAT



Eğitim sistemimiz edebiyat-sanat konusunda ufkumuzu açacak yada derinleştirecek ölçüde  yapısal kurumsal bir durumda değil. Yıllardan beridir sancılı şekilde ilerleyen sistem sanat-edebiyat ve dünyadaki eğitim sistemleri ölçüsünde bugün çok daha gerilerdedir. Özdemir İnce'nin bana göre tüm edebiyat bölümlerinde hatta liselerde de okutulması gereken "Şiirde Devrim" kitabını da bu yüzden geç farkettiğimi düşünüyorum. 

 Kitabın ilk yazısı; "Şair, Şiir ve Hayat" şairin 26 Eylül 1998 günü Casablanca'da Uluslararası Şiir Festivali'nde yaptığı konuşmanın tam metni.

 Bu konuşmayı şiirle, siyasetle, edebiyatla, ilgilenen hayata dair anlam arayışlarında ordan oraya savrulan, yazan- çizen-okuyan  herkesin okumasını tavsiye ediyorum.  

Rene Char'ın dediği gibi; 

"Şiir yeniden tanımlanan insanın gelecek yaşamıdır"



                                                    ŞAİR, ŞİİR VE HAYAT


 Toplantının bu oturumdaki konusu “Tehdit edilen yaşam karşısında şair” değil de “Tehdit edilen yaşam karşısında şiir” olsaydı kendimi bu kadar sıkıntı da hissetmezdim. Önce şiirin kendine özgü bir yapısal mantığından ve spiritüel, metafiziksel evreninden söz eder, ikinci olarak tükenmesi olanaksız hammadesine değinir, daha sonra da dilsel yapıda arkeolojik kazı yapardım. Herhangi bir şiiri yazan şair ise para kullanan vergi veren, bazen işkence görüp hapse giren, bir devletin vatandaşı olan toplumsal bir varlık. Bu durumda tarihten, coğrafyadan, teknolojiden, medyadan, savaşlardan, enflasyondan, globalleşen ve giderek kültürsüzleşen bir toplumdan söz edeceğiz.

 Şair dediğimiz ve ticaret dünyasının mantığıyla çelişen, dehası ona muhalif bir şey üreten kimse, bildiğimiz kadarıyla, tehdit edilen varlık karşısında ilk kez bulunmuyor, anımsanmayacak kadar uzun süredir aynı durumda. Herhangi bir ülkenin şiir antolojisini inceleyecek olursak, tehdit altındaki varlığın şiire dönüşmüş soluğunu yüzümüzde, yüreğimizde hissedebiliriz. Bir tarihi, bir belleği olan insan geçmişe karşı nostaljik duygular beslemiştir.

 Şimdisinden de hoşnut olmayan aynı insan, gelecek denen bilmece karşısında her zaman ürküntü duymuştur. Nostalji, hoşnutsuzluk ve ürküntüyü aynı anda hisseden insan, başta kendi varlığı olmak üzere Varlık’ın tehdit altında olduğu saplantısından kurtulamamıştır. Zaman zaman bir karabasana dönüşen bu tedirginliğin yüzyıl ve binyıl başlarında iyice yoğunlaştığı görülür.
999 yılından 1000 yılına girerken, insan kutsal kitaplarda yazan kıyametin birkaç ay, birkaç hafta, birkaç gün içinde kopacağına inanmanın dehşetini yaşıyordu. Yirminci yüzyıla girerken yaşanan fiestada bile korku ve kaygı eksik değildi.

 Bana soracak olursanız, size İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren bir yeryüzü cehenneminde yaşadığımız söyleyebilirim. Dünyanın hangi ülkesinde olursanız olun, bu cehennemin hallerini her türlü basından izleyebilir, dahası naklen yayını seyredebilirsiniz: Savaşlar, açlıktan ölüme hazırlanan bir deri bir kemik çocuklar, çöp bidonlarından karnını doyuran insanlar. Kısacası, şu dingili çıkmış kahpe dünyada “mutlu” insanın sayısı parmakla gösterilecek kadar az. Son elli yılda, kapitalist rekabet, tüketim çılgınlığı, insanın pek de lehinde çalışmayan medyatik ve enformatik devrimler, audio-visuel emperyalizm insanı şaşkın tavuğa çevirdi ve insanın insan değerlerini yitirmesi giderek hızlanan bir ivmeyle devam ediyor. Umutsuz ve ezik insanlık katı milleyetçilik ve köktendincilik afyonunun etkisi ve audio –visuelin saltanatının bir yan ürün olan kolektif beynin yarattığı bir kendinden geçme içinde, daha öncekilere hiç benzemeyecek olan yeni bir faşizmin uçurumlarına doğru hızla yol alıyor.


   Günümüzde gözleri gören ve kulakları duyan vicdan sahibi bir şairin, Varlık’ın (Hayatın) tehdit altında olduğunu anlaması için bir bilici, bir yalvaç olmasına gerek yok. Tehditin dehşetini anlaması için biraz insancıl bir yürek, gerçekçi bir akıl ve orta halli bir imgelem gücü yeter de artar bile. “Tehdit edilen yaşam karşısında şair!” Bu saptama, ister istemez, insanın aklına, “Peki ne yapmalı?” sorusunu getiriyor. Politik bir soru kuşkusuz. Şairin insan, vatandaş ve şair olarak yapacağı bir şey yok mu? Günümüz “site” sinde şairin ve aydının hiçbir yaptırım gücü olmadığını düşünmeyen yok gibi. Sanıldığının tersine, şairin yaptırım gücü hiçbir zaman olmadı, o sadece içindeki sesin buyruğuna uyup gördüklerini kitaba yazdı: Suyun ve rüzgarın kitabına. Ama bir münafık çıkıp şöyle bir soru sorabilir: Bu dünyada, Sain-John Perse’in Nobel Ödülünü kazandığı yıl yayımlanan kitabı yüz nüshadan fazla satmıyorsa, dünyanın birçok büyük şairinin kitapları yazıldıkları dilin konuşulduğu ülkelerde binden fazla basılmıyorsa, gördüklerini kitaba yazmasının ne önemi olduğunun ileri sürüldüğü bu dünyada, kuşkusuz böyle bir soru soracak insanlar olabilir. İt ürür kervan yürür ve şair gördüklerini kitaba yazar. Bunun kanıtı da Ren e Char’ın şu cümlesi: “Şiir yeniden tanımlanan insanın gelecek yaşamıdır” Varlığın tehdit altında olduğu site’de şairin en önemli rolü “Hayır” demekle başlar. Demek ki “Ne yapmalı?” sorusunun yanıtı, “Hayır” demeyi bilmekmiş. Şöyle biraz düşünelim. Dünyanın en büyük şairleri “Hayır!” demeyi becerenler değil midir? Fransızlarda Villon, Araplarda Hallac, bizde Nesimi, Pir Sultan Abdal. Daha yakınlara gelelim: Lamartine, Victor Hugo, Walt Whitman, Baudelaire, Lautr émont, Rimbaud. Sanılır ki yirminci yüzyılda yalnızca bağımlı şairler toplumun sorunlarıyla ilgilenmiştir. Bağımlı sözcüğünü uzaktan kumandalı sözcükleriyle karıştırırsak tarihsel bir yanlışlık yapmış oluruz. Bağımlı olmakta bir gönüllülük, kendi iradesiyle seçme eylemi söz konusudur. Komünist şairler (gerçek şairlerden söz ediyorum) kadar hermetik şairler de, lirik şairler de bağımlı olmuşlardır. Her gerçek şair gördüğünü kitaba yazmaktadır ve kendi sesine bağımlı olmuştur.  

 “Şair ne yapmalı?” sorusuna, şiir tarihine yani antolojilere bakarak bir yanıt bulabiliriz. Görürüz ki: Gerçek şairler her zaman uluslarının ve dillerinin ortak belleğinin sicil muhafızları olmuşlardır. Mayakovski ve Brecht ne kadar ortak belleği temsil ediyorsa, Paul Celan da, Yves Bonnefoy da bir ortak belleği temsil etmektedirler: hem ulusal, hem de evrensel belleği. Emile Zola bir şey yapmak zorunluluğunu hissettiği için “İtham ediyorum!” demiştir. “Hayatı değiştirmek gerek!” diyen Arthur Rimabud da, “İnsanlığı avunduran şairdir” ve “Düşünsel bir kan lekesini bütün denizlerin suyu yıkamaya yetmez” diyen Lautr émont da aynı şeyi yapmıştır. Çağının çağdaşı olan her gerçek şair bunu yapar. Çağının çağdaşı olmak dünya vatandaşı ve evrensel insan olmaktır. Bunun için de kitapların tirajına bakıp topluma küserek inziva kozasına girmemek gerek. Çağımızda sadece şairliğin değil hiçbir mesleğin önemi yok. Sadece paranın önemi var. Başka meslekler paraya ve onu önemli kılan öznel koşullara “Hayır!” demeyi beceremeyebilirler, ama şair olmak için ilkin “Hayır!” demeyi bilmek gerek. Okuru azmış, çokmuş bunun hiçbir önemi yok.. Şairin eylemi bir yüreğin eylemine benzer: yürek hem yaşamak hem de yaşatmak için çarpar.  

 Şairin yazdığı şiir geçişli olmuş ya da hermetik olmuş, bunun hiçbir önemi yok. Her iki şair de sicil muhafızlığı yapmaktadır. Her ikisinin de okuru vardır. Bir tek okur bile dünyaya bedeldir. Ben kendi adıma hiç okurum olmasa bile şiir yazmayı sürdüreceğim. Çünkü, günümüz insanı türlü etkiler altında şiire ihtiyacı olmadığı yanılsamasına kapılsa bile, günün birinde bazı insanlar mutlaka şiire ihtiyaç duyacaklardır. Bu nedenle, şair o gün için şiirini hazır tutmalı ve şiir okunu beklemelidir. İnsan şiire gereksinim duyduğu zaman onu bulur ve “okur” olur. Günümüzün çağının çağdaşı şairleri, bütün önyargılardan kurtulmuş durumda, sonsuz bir zamanda oturuyorlar ve sonsuz bir zaman için şiir yazıyorlar. Bu, kuşkusuz, varlığı tehdit eden “şeyler” karşısında şairin meydan okumasıdır.

Özdemir İnce



Özdemir İnce gazetelerde yazmayı bırakalı epey oldu, kendi sitesi üzerinden edebiyat-siyaset üzerine yazılarını yayımlamaktadır. 

http://ozdemirince.com/siirde-devrim-ve-maldororun-sarkilari/



Doğan Sevimbike

20 Ağustos 2016 Cumartesi

Bedenin ve Zihnin Ortak Müzikali; “koşmasaydım yazamazdım” yada "koşmaktan söz ettiğimde sözünü ettiklerim"






Koşmaktan söz ettiğimde sözünü ettiklerim; her ne kadar Haruki Murakami’nin otobiyografik eseri olarak tanınan “koşmasaydım yazamazdım”, Raymond Carver’ın “What We Talk About When We Talk About Love” ( aşktan söz ettiğimizde sözünü ettiklerimiz kitabına gönderme olduğu anlaşılmasa da orjinal ismi; What  I Talk About When I Talk About Running (hashiru koto ni tsuite kataru toki ni boku no kataru koto) “Koşmaktan söz ettiğimde sözünü ettiklerim"  diyebiliriz. Lakin edebiyat eserlerinin çevirileri kültürel ve dilin zenginlikleri ölçüsünde değişir çeviri de romanı belli koşullarda tekrar yazmak gibidir. Yeniden içindeki özgünlüğü evrenselleştiren şey romancının ustalıkla kullandığı dil olsa da çevirmen o dilin elçisi gibi karşı tarafa aynı hisleri yaşatacak şekilde yeniden yazar romanı. Bu sebeple “koşmasaydım yazamazdım” daha iddialı olmuş. Murakami’nin dile getirmek istediği yazmak ve koşmak arasındaki bağ, Türkçe ifadelenişi ile orjinalinden daha fazla derinlik katmış sanki. Türkçenin üretken yapısı ve zenginliği.

 Koşmasaydım yazamazdım; bilindiği gibi Murakami bir maratoncu, koşu onun hayatının özellikle günlük hayatının bir parçası, sabah erken güneşin henüz doğmadığı o serin günbaşlangıçlarını koşarak geçiren bir yazar. Murakami maratonlara katılıyor ama kendiyle yarışmak için katılıyor. Koşmak, olabildiğince kendinle olmak, koşarken başkalarını geçmek, arkada kalmak meselesi yada belli bir zamanda çizgiye ulaşmak değil, Murakami için koşmak; bir yalnız kalma hareketliliği, beynin bedenin parçalarını ikna etme bir terleme ve ileriye odaklı düşünme eylemi. İnsanın kendisiyle rekabeti, maraton koşar gibi çalışmak ve yazmak.


  Kişisel gelişim kitapları furyası tüm dünyayı sarmış durumda, plaza ve endüstri "endeksli"  okuyan (avm-kültürü'nün "edebiyat" anlayışı) kalabalıklarda gidip gelen bir “sosyalleşme” almış başını gidiyor. Lakin Edebiyat dediğimiz şey zaten kişisel gelişimi en derinlikli en özgür ve en açık olarak deneyimlendiren bir alan. Murakami’nin bu kitabı “kişisel gelişim kitapları” listelerinde olabilir. Çünkü o kitaplarda ( kişisel gelişim vs avm-edebiyatı ) yazan şeylerin yüzeyselliği yerine otobiyografik romanlar okumak her zaman daha yararlıdır. Mücadele etmenin bir rekabet anlayışından gelmediğini çok iyi ifade edebildiği için “kişisel gelişim” kitaplarından ayrı tutuyorum ve kişisel gelişim için de okunmalı diyorum.

 Yorulmak, terlemek, düşmek ve tekrar kalkıp yola devam edeceğini bilmek, İçinde bulunduğumuz sağlıksız yaşamla mücadele etmek için sağlıklı olmamız gerekiyor, Murakami de böyle diyor;

“Ama gerçekten sağlıksız olan şeylerle uğraşmak için insan mümkün olduğunca sağlıklı olmak zorundadır. Bu benim tezm. Yani sağlıksız bir ruh bile. Yine sağlıklı bir vücuda gereksinim duyar.”
 

Bir yalnızlıkla başa çıkma çabası olarak “Koşmak”


 Yazmak ve koşmak konusunda insanı heyecanlandıran bir kitap. Bedenin ve zihnin ortak müzikali gibi yazmak ve koşmak orkestranın yaratıcılığına bağlı, koşulan yer, havanın sıcaklığı, mesafe, irademizin ve bedenimizin gücü, önceki antremanlarımıza bağlı olarak.. Yazmak koşmanın getirdiği özgür hissetme ve ilerleme devamlılığının zihnimize aşılamak, çok yorulmak terlemek bitkin düşmek, ama maratonu tamamlamak, yarışı değil, süre yok. Murakami koşmayı yazarlığın getirdiği yalnızlık hissiyatının üstesinden gelme çabası olarak görüyor.


  Maraton koşar gibi kitapları çevrilen Murakami’nin geçtiğimiz haftalarda Türkçeye çevrilmiş kitabı “Sputnik Sevgilim” okudum. Japonya’dan bir Yunan adasına uzanan üç kişinin aralarında geçen aşk hikayesini anlatıyor. Hikayenin geçtiği ada kitapta adı geçmese de sünger avcılığı ve Türkiye ile yakınlığndan bahsetmesi sebebiyle Simi adası olduğunu tahmin ediyorum. Murakami’nin sürükleyici dili ve anlatım yalınlığı ile Türkiye üzerine bir romanını da okumak isterdim doğrusu. Popüler olana hep kuşkucu yaklaşmışımdır yada önceliğim olmamıştır genelde, ama Murakami biraz farklı, Yaz ayları bitmeden sahilde "Sahilde Kafka" okuma vakti geliyor...


Doğan Sevimbike