18 Kasım 2020 Çarşamba

"Bir Başkadır" üzerine bir başka açıdan kısa notlar

 



"Bir Başkadır" üzerine bir başka açıdan kısa notlar



Bir "kültür endüstrisi" malı olan bu dizi üzerinden gelişen tartışmaları verimli buluyorum. Bazı konular çoktan kapanmış olsa da. Tüketim çağının hızıyla siyasi unutkanlığımız da artıyor.
Şu günlerde 20 yıl öncesinin argümanlarının ısıtılıp tekrar önümüze konmasına karşı bir tartışmadan bahsediyorum. Nasıl ki Liberaller 20 sene önce Siyasal İslam'a (o zaman "ılımlı islam'dı" ) zeytin dalı uzatıp islamofaşizmi yarattılar. Şimdi tekrardan "zeytin dalı uzatıyorlar" görüntüsü berraklaşıyor.
Diziyi izledikten sonra bu tarz sanat ve kültür endüstrisi ürünlerine dair aklıma gelen bir kitap; 1999'da Frances Stonor'un yazdığı "who paid the piper cia and the cultural cold war". Ülker İnce çevirisiyle Türkçe'ye "Parayı verdi Düdüğü çaldı Sanat ve Edebiyat Dünyasında CIA Parmağı" olarak kazandırıldı. Kültür-sanat dünyasının iktidarın yerel ve küresel egemenlik projelerine hizmet ettirilmeye çalışıldığı ve bunun bir endüstri halini aldığını anlatıyor. Bu tarz diziler de iktidarın-neo-liberal düzenin kültürel-ideolojik kolonlarını oluşturmada hegemonya inşasının propagandasına hizmet edebiliyor.
Sona gelirsek; (diziyi sonuna kadar izledim); "hepimiz aynı gemideyiz" mesajını alıyorsunuz. Ama geminin dümenindekiler; "ahlaklı" "hümanist" "barışçıl" olan muhafazakar-"türbanlı" kesim olarak gösteriliyor. Büyük beton binalar, plazalar (özellikle viyadüğün altındaki çaresiz hoca ve karavanı-sahnesi) ve bazı karakterler ile de yoksulluğun çaresizliği yansıtılırken "işçi-emekçi" "sınıf" muhafazar kesimin himayesine alınmış. Bu da gerçeklerle çok bağdaşmayan ama "bir başka" hegemonya için doğru bir gerçeklik tasviri olmuş. Özellikle muhafazar kesimin, son yıllardaki tüm tutarsızlıkları, yaptıkları her yönüyle ayyuka çıkmış iken, dizide tam tersi gösterilmesi zaten tam bir anakronizm.
Oyunculuklar, sahneler çekimler gerçekten çok iyi, elbette müzikler de. Diziyi kitap okur gibi izleyebilirsiniz. Ama; hakikat eksik verilince görü bulanıklaşıyor. Şu an ve son yıllarda yaşanan, ve her gün her saat hissettiğimiz "Yeni Faşizm"in inşasını da görmeniz dileğiyle...

16.11.2020
Doğan Sevimbike

19 Temmuz 2017 Çarşamba

Bir Dinozorun Gezileri





Gezmek, edebiyatın bir başka tanımı; görmek ile bakmak arasındaki meseledir. Yolculuklar hakkında yazılanlar da edebiyatın ufkunu açan eylemsellikleridir.

Tarihe dünya edebiyatı, world literature, (weltliteratur) kavramını Goethe sokmuştur. O büyük Divan’ını yazmadan evvel Goethe’nin bir İtalya Seyahati vardır. Gezi kitabı olmasının yanında yazarın, edebiyatçının edebiyat gücünün gezinti dünyasıyla yoğrulduğunu da bize aktarır. Gözlem ve karşılaştırmanın özgün ve iyi olması bir edebiyat eserinin uzun süre kalıcılığını sağlar. Dünya Edebiyatının klasiklerinin kalıcılığının en önemli unsurlarından biri gözlem ve karşılaştırmanın yazarın yolculukları ve gezintilerinde yükselmelesidir diyebiliriz. İyi bir edebi eser yaşadığı dünyaya yabancı kalamaz, bu yüzden dünyadan haberdar olup geçmişi ve yaşanılan zamanın karşılaştırmasının izahında yolculuklardan edindiği gözlemlerin ve deneyimlerin etkisini esere yansıtır. Gezmek de merak ve keşfetme duygumuzu pekiştiren deneyimlerdir.

Gezi notları ise, sadece yaşanılan yada geçmiş dünyanın gezintisi değil, aynı zamanda hayal dünyamızın da dünyadaki yolculuğudur. Gezi kitapları bana hep sürrealist gelmiştir. Çünkü gezi kitaplarında gerçeğin özgürleşmesi vardır. Hiçbir kaygı gütmeden yazarın tüm samimiyetiyle yaşadıklarını gördüklerini edebi bir üslupla aktarması, gerçeğin büyülü yolculuğudur. Geçtiğimiz yaz baskısı yapılan Marquez’in “Doğu Avrupa’ya Yolculuk” ve yeni çıkan Louis Aragon’un “Paris Köylüsü” edebiyatın varoluş eylemselliğini gösteren zevkle okunan örneklerinden. Bir Dinozorun Gezileri de bu minvalde bir yolculuklar kitabı. Gezi kitabından öte edebiyatın, gezmenin ve küçük şeylerle mutlu olabilmenin yollarını gösteren samimi ve cesur bir hayat öyküsü.



“Dostlarım, o tatil köylerinin her şey önceden düzenlendiği, her şey hazır olduğu, her şey aynı mekânda bulunduğu için, daha ‘rahat’ olduğunu söylediler bana. Ne yazık ki, insanların düş gücü eksildiği, kafaları uyuştuğu için, öyle bir hale geldiler ki, ‘rahat’ uğruna, yaşamın değişik yanlarından, renkliliğinden, rastlantılarından, yani yaşamı yaşamaya değer yapan her şeyden vazgeçmeye hazırlar artık.”

“İlk mavi yolculardan biri olduğum halde ‘Mavi Yolculuk’ deyiminden hoşlanmaz hale geldim. Çünkü ‘Mavi Yolculuk’ lafı, önce entel züppelerin, sonra da herkesin diline düştü. Artık darbukalı turistler bile toplanıp, darbukalı mavi yolculuklar düzenliyorlar kendi aralarında.
Oysa ilk mavi yolcular, Sabahattin Eyüboğlu’nun özenle seçtiği, çoğu genç aydınlardı. Sadece gezmek tozmak için değil, Ege ve Akdeniz uygarlıklarının kalıntıları konusunda bilgi edinmek ve bu arada o güzel kıyıları kendi gözleriyle görmek için katılınırdı bu gezilere. Teknemiz yüzen bir seminere dönüşürdü kimi zaman.”


 Edebiyatın Mina Urgan sapağı, bir sürü tanınmış isimle güzel anılar ve yolculuklar barındırıyor. Mina Urgan’ı tekrar tanımamızın yanında edebiyat-düşün tarihimizi ve Türkiye’nin aydınlarının olduğu yılları aktarıyor. Tanıdık bir sürü yazara, çizere, sanatçıya bilim insanlarına denk geliyoruz. Onların gözünden de Akdeniz, Ege, Anadolu hatta bir Bodrum ve mavi yolculukları okumak, Azra Erhat’ın Mavi Yolculuklar ve Mavi Anadolu kitapları kadar güzel ve samimi….

“Doğayı sevmemin nedeni de, mesleğim gereği, yirmi yaşından beri, doğaya tapan İngiliz romantik şairlerini sürekli okumamdır herhalde. Çünkü bakmakla görmek arasında büyük bir fark vardır. Doğanın güzelliğine aval aval bakmak başka şeydir, bu güzelliği sahiden görebilmek başka şeydir. İşte İngiliz romantik şairleri, doğaya sadece bakmayı değil, doğayı görmeyi öğrettiler bana.“

Mekan; coğrafik bir bölgeden ziyade, o yerin doğa-insan ilişkileri, doğa-tarih ve tarih-insan ilişkileri zamansallıkları ile tanımlanan bir tanımlamadır. Bu yüzden yaşadığı yeri, mekan olarak tanımak isteyenlere ve başka mekanları ziyaret etmek isteyenlerin kitaplığında ve yolculuklarında bulunması gereken bir kitap.

Fotoğraf: Trafalgar Meydanı - Londra

Doğan Sevimbike

Paris Anılarının Esiri Olmuş Bir Yazar: PATRICK MADIANO ve Nobel'e Dair




Paris anılarının esiri olmuş bir yazar: Patrick Modiano 
2016 Nobel Edebiyat Ödülü'nün kime verileceğinin açıklanmasına yakın şu günlerde, 2014’de Nobel’i kazanmış romancı Patrick Modiano’nun “En Uzağından Unutuşun” adlı kitabını okudum.  Modiano’nun dilimize çevrilmiş “Yıkıntı Çiçekleri”, “Bir Gençlik”, ve “En Uzağından Unutuşun”, “Kötü Bir İlkhabar” ve “Bir Sirk Geçiyor” adlı kitapları mevcut. Fakat ne yazık ki bir çoğunun baskısı tükenmiş. Madiano her kitabında aynı şeyleri anlattığı için eleştirilmiş Guardian’da okuduğum bir makalede “Paris anılarının esiri olmuş yazar” diye söz ediyordu. Paris’in işgal yılları, anılar, kimlik, kayıplar ve gençlik onun romanlarının başlıca unsurları.
[caption id="attachment_1116" align="aligncenter" width="344"]things-to-know-about-nobel-prize-winning-writer-patrick-modiano Patrick Modiano[/caption]
1945'te Paris’in işgal yıllarında İtalyan göçmeni Yahudi bir baba ve Belçikalı tiyatrocu bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Lisede hocası olan Fransız yazar Raymond Queneau sayesinde edebiyat çevreleri ile de tanıştı. Ünlü Paris 68’nin yaşandığı yıllarda; İlk romanı “La Place de l’Etoile”i (Yıldızın Yeri)  1968 yılında yayımlandı. İsveç Akademisi daimi sekreteri Peter Englund ise Modiano’yu “çağımızın Marcel Proust’u” olarak nitelemiş. Pek iddiali bir cümle. Proust gibi bir yazarla kıyaslamak popüler kültürün gücü..  Ama yine de tüm kitaplarını bulup okumadan kesin bir şey diyemem elbette.

0000000064706-1En Uzağından Unutuşun
Kitaptan:
“Günübirlik yaşayan yoksul, sevecen bir genç adam, yavaş yavaş neredeyse kendiğilinden kurulan ama hiçbir zaman sonu belli olmayan dostluk ve aşk ilişkileri, kısa süren sevinçler, kolay kolay dışa vurulamayan kuşkular ve acılar... Patrick Modiano alabildiğine yalın ama aynı ölçüde duyarlı ve şiirsel bir dil kullanarak okuru yarattığı dünyanın içine çekiyor.
Modiano, sade dili ve yalın anlamıtıyla bizleri Paris sokaklarına götürüyor. Aynı zamanda Tahsin Yücel’in usta çevirisiyle de bir türkçe şöleni. Gerard Van Bever, Jacqueline arasında geçen dostluk ve aşk, Dante Kafe’de yaptıkları sohbetler, aralarına giren insanlar yeni dostlar ve Londra’da eski püskü bir otel. Hyde Park’taki yürüyüşler yeni dostlar ve ayrılık. Yıllar sonra Paris sokaklarında yürürken bir ev partisinde Van Bever’in Jacqueline’ı bulmasıyla kuşkuların da belki son bulması. Ama Jacqueline, Van Bever’in dünyasında kentin istasyonlarında kafelerinde sokaklarında ışıkları altında bütün bir sis içinde beklenen, aranan bir sonsuzluk yada bir unutuş. Değişen hayatlar, yarım kalmış yada kısa süreli ilişkiler ve Paris sokakları...

Patrick Modiano Fransız şair Stefan George’un yapıtından esinlenerek yazmış romanını.Stefan George’dan bir şiir; romanı da anımsatıyor biraz.
Sessiz Şehir
Bir şehir vadinin içinde
Solgun bir gün geçip gitmede
Ne yıldız, ne de ay, çok geçmeden
Gece belirecek gök ülkesinde.
Sisler inet bütün dağlardan
Uyuyan şehrin üstüne
Ne bir ev, ne bir dam, ne de bir çatı
Ne bir ses yükselir dumanlardan
Ne köprü belirir, ne kule
Gene de yolcu korkuya düşünce
Küçüçük bir ışık parıldar derinde
Dumanlar içinden, sisler içinden
Bir övgü şarkısı yükselir göğe
Bir çocuk ağzından.

Nobel Üzerine
13 Ekim tarihinde açıklanacak olan Nobel Edebiyat Ödülü için Haruki Murakami ve Suriye’li Şair Adonis ( Ali Ahmet Sait Eşber ) en yakın iki aday olarak gösteriliyor. Listede Kenya’dan Afrikalı romancı Nhuhi Wa Thiong’o, “Ölü Ordunun Generali, Kosova’ya Üç Ağıt” gibi Türkçe’de bir çok kitabı çevrilmiş olan Balkan edebiyatının güçlü kalemi Arnavut yazar İsmail Kadare ve yakın zamanda çevrilen “Yarın Savaşta Beni Düşün”‘ün yazarı İspanyol romancı Javier Marias.  Nhuhi Wa Thiong’o ‘nun dilimizde “Aradaki Nehir” ve “Bir Buğday Tanesi” adlı iki kitabı mevcut. (Geçtiğimiz Temmuz-Ağustos ayında çıkan Kitap-lık dergisinin 186. sayısında da Afrika Edebiyatının enine boyuna analizi ve Nhui Wa Thiong’o’nun “Dönüş” adlı öykü çevirisi mevcut ) Haruki Murakami ise ülkemizde gittikçe artan bir okur kitlesne sahip ve epeydir Nobel’i hak eden de bir yazar. 2005’te Man Booker Uluslararası Ödülünü kazanmış 80 yaşına gelmiş İsmail Kadare de öyle. İspanyol romancı Javier Marias ise 2012’de İspanya Kültür Bakanlığı tarafından verilen Narrativa Edebiyat Ödülü’ne Los Enamoramientos (Aşıklar) romanıyla aday gösterilmiş ve kazanmıştı. Fakat İspanya hükümetinin halk kütüphanelerine yeterince ödenek ayırmadığını eleştirerek ödülün halk kütüphanelerini desteklemek için kullanılması gerektiğini söyledi ve geri çevirdi.Nobel’e adaylık konusunda birbirinden nitelikli ve değerli yazarlar gösteriliyor, şüphesiz hepsi çok iyi eserler yaratmış edebiyatçılar.

Bu yazıyı yazarken Kolombiya başbakanı Juan Manuel Santos’a Nobel Barış Ödülü verildiğini öğrendim. Kolombiya’da Hükümet ve  FARC arasında 50 yıldır süren bir çatışma var. Gabriel Garcia Marquez’in doğup büyüdüğü Büyülüğü Gerçekçiliğin ülkesi Kolombiya...
Geçtiğimiz hafta yaklaşık 60 bin oy farkı ile referandumdan hayır çıkması sonucu iki taraf arasında yapılacak barış anlaşması reddedildi. Nobel’i siyasi anlamda tartışmalı bir ödül olarak görsem de ödülün Kolombiya’ya verilmesi yerinde olmuş. Başta Türkiye gibi çatışmalarla terörle darbelerle anılan ve boğuşan ülkelere örnek olabileceği kanısındayım. Aziz Sancar’ın Kristal Elma Festivali’nde yaptığı çağrı çok değerli; “Hayatımda Nobel dahil bütün bilimsel başarılarımı, herşeyimi Türkiye’deki barış için verirdim. Barışı sağlamanın bir yolu olsaydı yapardım, eğer onu başarabilseydim Nobel’den de vazgeçerdim. Nobel’i vermeye hazırım yeter ki ülkeme barış gelsin. Kafamı yoran  üzen hep bu olmuştur.” Atılan adımlar önemlidir örnek teşkil eder. Barış anlaşmasının reddedilmesi ama barış ödülünü kazanan olması; Marquez gibi büyük biri yazarı yetiştirmiş Kolombiya için büyük bir adımdır. Umarım ülkemizde de Nobel Ödüllü Bilim insanımız Aziz Sancar’ın bu kaygısını taşıyan insanların sayısı artar ve bu kaotik durumdan kurtulmanın gerçek ve hissedilir adımlarını görürüz. Bu arada yakın zamanda kaybettiğimiz Tarık Akan’ın cenazesine gidememenin üzüntüsünü yaşıyorum. Televizyondan anma törenini izlerken özellikle Rutkay Aziz’in konuşması beni çok etkiledi. İşte gerçek ve hissedilir bir konuşma dedim ! devrimci ve aydınlanmadan ve emekten yana !
Uzatmayayım; hüzün ve umut bir bir aradaydı o gün birşey değişecekse oradan çıkacak.
Anlaşmalar-barışlar, savaşlar-çatışmalar... dünyanın bütün büyük güçlerinin satranç taşları gibi oynadığı ortadoğu halkları dünyada barışa en acil ihtiyacı olan coğrafyadır. Bugün dünyanın tek ihtiyacı barış. Kolombiya’daki siyasi süreç ve barış için atılan adımlar, Nobel Ödülü ile nasıl ki bir sembol olarak gösteriliyorsa, aynı sembolik durum Suriye için neden olmasın ? Edebiyat burada gücünü hissetiremeyecekse ne işe yarar ? Hazır Nobel Barış Ödülü Kolombiya başbakanına verilmişken, Nobel Edebiyat Ödülü de Suriye’nin Lazkiye yakınlarındaki bir dağ köyünde doğmuş olan Şair Adonis’e verilse ne harika olur!. Savaşların coğrafyası az da olsa şiirle edebiyatla anılsın bir süreliğine.. Belki bir kuşağı dogmalardan bağnazlıktan kurtarabilir değiştirebiliriz. Aklın ve barışın yolunda edebiyatla şiirle yürümesini sağlayabiliriz.
Adonis’in Barış şiirinde dediği gibi;
Barış
çölün yalnızlığında ilerleyen yüzlere
ot ve ateş giyinmiş Doğu'ya
denizin yıkadığı toprağa
ve onun sevdasına barış
yağmurlarını verdi bana baş döndürücü çıplaklığın
kendini bana adıyor yıldırım
benim bağrımda olgunlaştı zaman
bak işte Doğu'nun parıltısı kanım
su çeker gibi çek beni ve yok ol
yitir beni yankısı ve şimşeği var oylukların
su çeker gibi çek beni gövdemle örtün
nirengidir ateşim ve yıldızdır
yön yaramdır benim
heceliyorum
bir yıldızı heceliyorum resmini çiziyorum
kaçaktır yurdumda yurdum
heceliyorum onun çizdiği yıldızı
yenik günlerinin ayak izlerinde
ey sözün külü
gecende bir çocuğu daha var mı tarihimin?

[caption id="attachment_1117" align="alignright" width="300"]siir-ve-rengi-bir-araya-getiren-sergi-kan-kirmizi-192036-1 "Kan Kırmızı Sergi" Fotoğraf:Birgün[/caption]
Adonis’ten bahsetmişken yakın zamanda açılacak sergiden de bahsedeyim; Şair Adonis ile ressam Habip Aydoğdu’nun yaratımlarıyla şiir ve rengi bir araya getiren “Kan Kırmızı” sergi 26 Ekim- 25 Aralık İzmir Folkart Gallery’de sanatseverlerle buluşacak.



Yazan ve Hazırlayan: Doğan Sevimbike

Yürümeye Övgü




Sonbahar bir yürüyüş mevsimi; yürüken yorulduğunuzda çimenlere, banka yada bir ağacın gölgesine oturup yaşamın tadına varırsınız böylece.. Yürümek; kalmak zorunda olmayı, ve aceleciliği yok eder. Keyiflidir, insanın gündelik hızlı tüketim alışkanlıklarını törpüler. Yürüyüşler yazıyla bütünleşince de başka bir boyut açılır.

- J.J.Rousseau itiraflarını kaleme alırken, yürüyüş, kendisi için sonsuz bir mutluluk olduğu halde, bu bağlamda eski izlenimlerini kağıda geçirmediği için büyük bir pişmanlık duyduğundan söz eder. “Yaşamımda anımsayamadığım ayrıntılar konusunda beni en çok üzen yolculuk notları tutmamış olmamdır” der.

 Elbette J.J.Rousseu'nun yaşadığı çağda her şeyi kayıt altına alan teknolojik cihazlar yoktu. Bugün gittiğimiz her yeri yaptığımız her şeyi kayıt altına alan müthiş bir alışkanlığımız var. Hızlı ve çabuk tüketen bir alışkanlık. Bunların faydaları var elbet. Ama yarına dair yorumsal yaşanılan anın büyüsüyle yazılmış yorumsal yada şiirsel sözcükler her şeyi kayıt altına alan alışkanlıktan daha  hissedilir ve edebi olma özellikleri taşır. Kağıt hala ölmedi. Kalemimiz (tuştakımımız) ve ellerimiz algıladıklarımızı ve deneyimlediklerimizi son model cihazlardan daha yaratıcı şekilde ölümsüzleştirebilir yazıya döktüğümüzde.  Eğer not tutmayan biriyseniz, bu kitabı okuduktan sonra seyahatlerinizde defter kalemiz yanınızdan eksik olmayacak.

 Yolculuk notları; yaşamın kanıtı, edebiyatın sürekliliğini sağlayan, edinimlerin ve izlenimlerin yazıya döküldüğünde büyüyen sonsuz bir zamanın kanıtı..

 Yürümek: dağlarda yürümek, ormanda yürümek bir nehir boyunca yürümek, ay ışığında yürümek, karanlıkta-aydınlıkta yürümek, kentte yürümek, evlerin-ışıkların arasında yürümek, trafiğin içinde yürümek, bin yıllar öncesinin beyaz taştan sütunları-heykelleri arasında yürümek, çölde yürümek, sıcakta-soğukta yürümek, yağmurda ve karda yürümek, toprakta-çimende yürümek asfaltlı-taşlı yolda yürümek, evden-işe, işten-eve, okula yürümek, amaçsızca yürümek bir amaç için yürümek, yalnız yürümek, birlikte yürümek, Sessiz yürümek.. Yürürken fotoğraf çekmek, konuşmak, şarkı söylemek, bağırmak, haykırmak, isyan ederek yürümek ve düşünmek... Yürüme'nin hareketliliğinin Düşünce'ye taze ve ferahlatıcı dokunuşu..

Yürümeye Övgü; nerede yürürseniz yürüyün, Yürüyüşlerinize bakış açınızı değiştirecek bir kitap. Yürümek dilimizde olumluluğa, ilerlemeye, yer değiştirmeye ve “yeni”ye vurgunun kapsamlı bir ifadesi ola gelmiş. Türkçe konuşanlar dünyasının ( yörü-yürü-yörür-yürür yörük ) neredeyse bütün bir kültürü ve milletlerini ifadelendirmeye yeten bir sözcük "Yürümek". Yürüyen bir dil ve kültürün insanları için durağanlığa karşı eylemselliği olumlayan yücelten birleştirici bir kelime. Katıldığım doğa-tarih yürüyüşleri ve yürümek üzerine söyleşilerde hep aklıma gelir; yıllar evvel izlediğim "Hacivat-Karagöz Neden Öldürüldü" filminin müziklerinden biri olan sözlerini Levent Kazak'ın yazdığı Haluk Bilginer'in söylediği o güzel şarkı; "yürürün

"Yürümeye Şarkı" diyebiliriz

yürürün
yüklenüp karanluğu, ışıklara yürürün,
yıldızlaru aş edüp, rüyalara yürürün,
göç dedüğün heç bitmez, bilünmeze yürürün...
gurbettür melmeketüm, yanluzluğa yürürün...
uyurkene yürürün, külerkene yürürün,
yağmurlarla yürürün, özlerkene yürürün,
doğarkene başladu, büyürkene yürürün,
çaruklarun aşındu, ölürkene yürürün,
kalmak istedü yaşlu, eksülerek yürürün,
bübek istedü gelmek, çoğalarak yürürün,
göç dedüğün heç bitmez, bilünmeze yürürün...
ev dedüğün heç durmaz, yol sırtunda yürürün...
közel kızlar gülüştü, gülücükle yürürün,
durmak isterün elbet, dururkene yürürün,
canum istedi memüş, özlerkene yürürün,
çaruklarun aşındu, ölürkene yürürün...


https://www.youtube.com/watch?v=iMqz3o1QRzw
Göçebe kültürün etkileri günümüzde hala mevcut. Sanatta dilde mimaride her yerde görebiliriz. Linguistik ve müzik ile aramız yerleşik (Kent) kültürünün Batı'sına göre gerilerde, okuryazarlık eskiden bir gelişmişlik ölçütüydü. Şimdi herkes okuyor fakat anlamıyor yarım okuyor dünyanın sorunu yarım yamalaklık. Yürümüyor böyle yarı-cahil okumakla, yürümeyen bir şeyler var. İşler yürümüyor, dil yürümüyor.
Tahsin Yücel çok güzel demiş; "okuyan adam, roman okuyan adamdır" Her Roman da bir yürüyüştür. Okumak yürümek okudukça yürümek yürüdükçe daha çok okumak birbirini kovalayan bir bilinçlenme süreci. Bir yürürokurluk eylemi.
Yazıya, sözcüklere dökülen her yol gidilen yolun boyutunu değiştirir ve birden fazla yol yaratır. Kayıp zamanın keşfetmenin yollarından biri de budur kanımca. Yürüyerek küçülen dünya ve yazıya dökülerek büyüyen dünyalarımız. Yürüyüşler bizi başka ufuklara ve hayallere iter, her yürüyüş başka bir yürüyüşün hazırlığıdır ön çalışmasıdır. Bütün büyük değişimlerin arkasında büyük yürüyüşler vardır; meraklı adımlarla atılmış..
Şairin dediği gibi;
Yürümek:                                                                                                                  
yürekten                                                                                                                  
gülerekten                                                                                                                      
yürümek...

Doğan Sevimbike

Yürümeye Övgü: Sel Yayınları                                                                              
Yazar: David Le Breton                                                                                              
Çeviri: İsmail Yerguz

Ormanın Yolu ve Doppler




Doppler, Şehir hayatının mecbur kıldığı modern dertlerden “başarılı” olmaya karşı aynı zamanda statükoya/düzene karşı da bir başkaldırı denemesi. Sadece survivor yada yaban hayatında hayatta kalma mücadelesi değil, şehrin yakınındaki bir ormanda geçirilen aileden ve medeniyetten uzak bir mola ve bir eğitim; yaşamın gerçekliğini farkedebilme ve o gerçekliği talep etme süreci. Hepimiz yaşadığımız ortamların gerginliğinden ve baskısından kurtulup maviye yeşile salıveririz kendimizi, bir kaç günlük bir kaç saatlik huzur ve sakinlik için.  Her gün zaman harcadığımız sosyal ağlarda rastlarız; şehir hayatından bıkıp doğaya gidenlere, köye ve ormana yerleşenlere. Sayfalarca yazı kitap makale söyleşi; eko-köyler ekolojik sıfatlı politikalar ve kişisel deneyimler peki çoğu neyi amaçlıyor gerçekten doğa-insan-özgürleşme mi? yada başka bir endüstriyel sürecin parçası mı? Doppler de bu özgürleşmeye dair bilinçli bir karşı duruş gösteriyor.

Modern şehir hayatının getirdiği rutinlik, para kazanma, hırs, yarış, beğeniler beğenilme vs.. borçlar, eşya alım satımı ve ileride daha çok eşya almak ve daha çok tüketmek tükettikçe üreten ürettikçe tüketen bir kısır döngü. Bu çarkın içinde zamanın daralması, ömrün kısalması bir süre sonra da hayatı sorgulama. Bilgiyle aydınlanmış bir sorgulama, fakat geç bir sorgulama; zamanın çoğunun yitip gittikten sonra eyleme geçmede bir sonuç alınamayacağı ve değmeyeceği yanılgısı. Günümüzde karamsarlık umutsuzluk artık genç yaşlara kadar inmiş durumda. Niteliksiz ve hayattan kopuk bir eğitimin verilmesi ve modern dünyanın bu eğitimle yürümesi uyuşmazlığı; hızlı tüketim sorunu, geleceksizlik kaygısı, mutsuzluk, bencillik yozlaşmışlık ve düşmanlık. Bertrand Russell, “çalışmak abartılmış bir erdemdir” der. Nazilerin toplama kamplarının girişinde de şöyle yazar; “Arbeit Macht frei” “çalışmak insanı özgürleştirir”. Russell’in abartılmış eylemden kasetettiği budur kanımca. Bugünkü modern şehir hayatının her yerinde verilen steril "başarı" hikayeleri ve çok çalışmanın zaferi! gibi mesajlarla bu mesajın arasında pek fark yok sadece modernize edilmiş renkliliği ve "çekiciliği" var. Erlend Loe'nun dünyanın başka bir bölgesinde ama aynı modern dünya sorunlarına dair bir protesto hareketiyle kitabını yazıyor; ormana giriyor.

Doppler’in yolu ormana düşüyor orman (doğa) ise Doppler’i özgürleştiriyor.
[caption id="attachment_1290" align="alignright" width="300"]Den norske forfatter Erlend Loe er aktuel med sin tredje bog i serien om Doppler. Erlend Loe[/caption]

Nordik edebiyatı bu işi iyi beceriyor; modern dünyanın cehalet eğitimi ve modern yaşantının stresli dünyasına karşı “Eğitim” özellikle de erken yaşlarda çocuk eğitimi ve öğretimi konusunda çocuk edebiyatına yaptığı katkılarla biliyoruz. Doppler de böyle bir roman, ütopyamsı bir roman olarak da görebiliriz.

Hikayenin kahramanı Andreas Doppler çok başarılı bir aile babası, güzel bir eve sahip. Başarılı olduğu iyi bir işi de var. Bir gün ormanda bisiklet sürerken düşüyor. Bu düşüş kendinde bazı şeylerin değişmesine sebep oluyor ve bir kaç gün sonra işini evini ailesini terk edip ormana yerleşiyor. Modern hayatın her türlü disiplini ve rutinliği içindeki bir yaşamdan ormanın kaotik ama kendine has bir düzeni içinde yaşamaya başlıyor. Fiziksel zorluklarla başa çıkıyor, ara ara şehre inip alet almasının yanında ormanda buldukları ve avladıkları ile hayatını idame ediyor. Bir zaman sonra topladıklarını verip şehirdekilerden ihtiyacı olanı alıyor. Takas ekonomisi de uzun sürmüyor tabi. Bu dervişlik-ermişlik eğitimi bütün bir kış ve baharn ortalarına kadar devam ediyor. Doğanın ölmeye başladığı bir zamandan yaşamın tekrar doğduğu bahara kadar Ormanda yaşıyor ormanla yaşıyor, ormanla anlaşıyor;

doppler

“Bir daha asla fatura ödemeyeceğim.                                
Takastan, hırsızlıktan ve ormandan                                  
geçineceğim. Ben ölünce de orman                                    
benden geçinecek anlaşma böyle”

Kitabı okurken baştan sonra Doppler’in içinde bulunduğu durum ve aldığı haz bana Epikür felsefesini hatırlattı. Doğa felsefesinin hümanizmasının temeli sayılan Epikürcü felsefe. Dinden-otoriteden ziyade ahlakı temel alan karşıt bir hümanizma hareketi. Romanda da bu epikürcü felsefeyi Andreas Doppler’in ifadelerinde yer yer görebiliyoruz. Kendisini Doppler’le özdeşleştiren kitabın yazarı Erlend Loe’nun bir röportajında da aktardığı gibi;

“Benim bir tanrım yok ve olanlara karşı da şüpheciyim. Ben tesadüfen burada olduğumuza inanıyorum. Etrafımızda olup biten zulüm ve aptallıklar karşısında şaşırmadan edemiyorum. Otoritelere asla güvenmiyorum, ve onlar ne kadar güvenimizi talep ediyorlarsa onlara o kadar az güveniyorum.”

Geçenlerde  “intelligent trees” adlı bir belgesel izledim. “ağaçlar da sosyal varlıklardır hisleri ve dilleri vardır, rekabet yoktur uyum vardır” diyordu belgeselde. İnsanla ağaç arasında şiirsel bir etkileşim var bence. Ormana yürümeye, Ağaçların olduğu yollardan yürümeye devam o halde...

Doğan Sevimbike

DOPPLER
Erlend Loe
Çeviri: Dilek Başak
Yayınevi: YKY, 2016


Intelligent Trees: Trailer

https://www.youtube.com/watch?v=a7tma6inuHo


Arkeolojiye dair; Söküyoruz Kendimizi Mezarların Kökünden






Geçenlerde bir habere rastladım. IŞİD’in Musul yakınlarındaki Nimrud Antik Kenti eserlerini yok etmesinin ardından, 17 yaşındaki  Nenous Thabit eserlerin replikasını yapıyor. 3000 yıllık Asur başkenti Nimrud’u bir gurur kaynağı olarak gördüğünü ifade ediyor. Thabit, “Onlar sanata ve külüre savaş açtılar, ben de onlarla sanat yoluyla savaşmaya karar verdim” diyor. Thabit’in hayali; ülkesini gururlandırmak dünyaya bölgenin tarihini kültürünü tanıtmak Irak halkının tarihe kültüre sahip çıktığını göstermek.  Thabit yüzyılların köhnemiş yozlaşmış yapılarına karşı bin yıllar öncesinin Asur medeniyetinin heykelleriyle, sanatıyla ve yaratıcılığı ile mücaele veriyor. Sanattan tarihten ve arkeolojiden gelen bir sevgi bilmekten, araştırmaktan ve yaratmaktan gelen insanlık sevgisi.

Thabit’in uğraşı, bana Alman şair Hanns Cibulka’nın şiirini hatırlattı;
ARKEOLOJİ
Bir anıt,                                                                                                                  
karışmış türküsüyle                                                                                                  
ağlayanların.
Bir tablet,                                                                                                          
pişmiş kilden,                                                                                                          
yazısı silinmiş.
Küreğin bir yüzünde                                                                                                
bir çığlık,
Koparılmış başı                                                                                                        
bir cocuğun
Ölüler yolu,                                                                                                            
her gün sivri bıçağını                                                                                                
sapladığı yol                                                                                                            
ışığın toprağa.
Söküyoruz kendimizi                                                                                                  
mezarların kökünden.

Çev: A. Kadir. – Afşar Timuçin

“Söküyoruz kendimizi mezarların kökünden”, kendimizi dar tarih anlayışlarından söküyoruz.. binlerce yıl öncesine kazdıkça toprağı, yazılar, tabletler, geleceğe yazılmış anıtlar söylevler, mermere işlenmiş gülümsemeler, öfkeler; güç, ihtiras.. bilgelikle dolu bakışlar gözler... Söküyoruz kendimizi bilinmezliklerden, söktükçe büyüyor geleceğe bakışımız, karanlıktan aydınlığa çıkardıkça tarih büyüyor. Düşün ve hayal sınırlarımız da genişliyor.

Peki 21. yüzyılın ilk çeyreğinde dünya nereye gidiyor ? Bilim ve İnsanlık nasıl ilerliyor ? Uygar dünyada neler konuşuluyor ? Ne kadar haberdarız ? Teknoloji çağının, bilginin en hızlı yayıldığı ve üretildiği bir dönemde yaşıyoruz. İki hafta boyunca gündemimizdeki konu malum; tecavüz, ve neresinden tutsanız paramparça olmuş ahlak ve insanlık değerleri. Bunun üzerine tartışacak değilim. Benim için nettir. Bu konularla meşgul edilen gündemlerimiz, hayatımız. İnsanlığın en verimli yüzyılını yaşarken biz, Türkiye’de yaşayanlar, güzel bir gelecek yaşanılası bir ülke için ve bugüne kadar çirkinleştirilmiş betonlaşmış şehirlere zihniyetlere karşı, bilimin bu topraklardaki en bereketli hallerinden biri olan Arkeoloji’ye emek vereceğiz. Bu da aydınlanma mücadelesinin başka bir yolu, başka bir boyutu.

Tarih bütün farklıkları ve çeşitlilikleriyle insanlığın kültürüdür, birleştiricidir; insanların düşüncelerine “insanlık” kavramını katar;  Iraklı 17 yaşındaki çocuğun 3000 yıllık Asur Başkentinin bilincinde tüm insanlığı kucaklayan sanat anlayışı var olabiliyorsa, bu iyi bir eğitim, bir iyi bir tarih bilinci ve o bilincin yarattığı insanlık sevgisidir. Kendimizi bu yüzyıllık bin yıllık köhnemiş düşüncelerden söküp atma vakti; Thabit gibi bilimle, sanatla ve küreklerimizle ellerimizle kazıp gün ışığına çıkarabildiğimiz kadar Arkeoloji ile..

Doğan Sevmbike

Not:
Hanns Cibulka: Şiirlerinde yunan ve latin edebiyatının işleyen Hanns Cibulka 1920 yılında Slovakya’da doğdu, Sicilya’da hapis yattı, Almanya’nın Gotha şehrinde Heine kitaplığını yönetti. 2004 yılında hayata gözlerini yumdu. Türkçeye çevrilmiş bir eseri yok.
bir şiir;

[caption id="attachment_1338" align="aligncenter" width="428"]img_2757
Truva savaşını anlatan bir friz - Antalya Arkeoloji Müzesi[/caption]

Arkeoloji’den
Bir hitit tabletinde yazılı                                                                                              
tarihin ilk anlaşması,                                                                                            
tanrılar yurdunda                                                                                                  
Truva henüz ayakta.
Işık insanları Luviler                                                                                                
Anadolu'nun bilinen ilk halkı                                                                                        
ışık diyarı diğer adıyla                                                                                                
uygarlıklar doğuran bu topraklarda                                                                            
Tuvalılar Luvice konuşur.
Geçmişin sesleri destanlar ve şiirler                                                                            
kayalara kazınmış bilinçle                                                                                            
rüzgarlara fısıldar                                                                                                  
tanrılaştırılmış bilinmeyen sebepler.                                                                            
Truva ise yıkılmış bilinen bir sebepten

Doğan Sevimbike

Ve bir Sergi; PİSİDİA ANTİOKHEİA
2960e07142c9facac776ae8551f2096a8f111479798987_w1000
http://aktuelarkeoloji.com.tr/pisidia-antiokheia-fotograf-sergisi-22-kasimda-basliyor
Not 2: Kapak resmine dair; Antalya Arkeoloji Müzesi'nde bir lahdin üzerinde bulunan kabartma.
Lahdin cephesini oluşturan ön yüzde İlyada’da geçen bir mythosun betimi bulunmaktadır. Çeşitli versiyonları olan mythos şöyledir; Dionysos, Hindistan’a giderken Thrakia’dan geçmek ister; ancak Thrak Maionları’nın kralı Lykourgos buna izin vermez. Kral, Bakkhalar ve Satyrleri esir eder. Bunun üzerine Dionysos, Thetis’e sığınır. Lykourgos’un bu hakaretini tanrı bizzat kendi cezalandırır. Lykourgos’u delirtir ve asma kütüğü zannettiği kendi oğlunu öldürmesini sağlar; ancak ceza bununla da sona ermez. Bir süre sonra kıtlık baş gösteri; Bunun sonucunda Lykourgos Paggeia/Pangaion dağında el ve ayaklarından dört ata bağlanarak parçalanır.
Buna göre frizin seyirciye göre solunda yer alan çifte baltasıyla saldırı halinde betimlenmiş figür Lykourgos’tur. Lahdin merkezindeki merkez figürü olarak nitelendirilebilecek thrysos tutan, sakallı figür Papa Silenostur. Ön yüzde yer alan üçüncü mitolojik figür Aphrodite’dir. Önemli bir diğer betim de sağ köşe figürüdür. Burada önünde duran panteri ile Dionysos’tur. Sahnede yer alan diğer figürler Dionysos’un alayında yer alan Satyr ve Mainad’lardır.

"Boranla Gelen" Şair; Nikiforos Vrettakos





Yalnızlık diye bir şey olamaz
bir insanın toprağı kazdığı,
ıslık çaldığı,
ellerini yıkadığı yerde.
Yapraklarını hışırdattığı yerde bir ağacın,
çiçeğe konduğu yerde isimsiz bir böceğin,
bir derenin bir yıldızı yansıttığı yerde,
mutlu dudakları açık,
anasının memesi elinde
uyuyan bir bebeğin olduğu yerde
olamaz yalnızlık.
                                                                                             Nikiforos Vrettakos
 Şair, Akademisyen olan Nikiforos Vrettakos, 1 Ocak 1912'de  Krokees'de doğdu. Annesi Eugenia, doğum yapmak için kardeşinin (Arhondo) evine yakın bir çiftlik yerine "Plumitsa" dan buraya getirildi. Nikiforos Krokees'de büyüdükten sonra annesinin kocası olan Nikos'un kendi çocuğu olmayan Panteleakis'in evinde yaşarken gramer okuluna devam etti. Nikiforos, amcası ve diğer akrabalarının yardımıyla yakındaki Gythio şehrinde liseye devam ederek eğitimine devam etti.1929'da Atina Üniversitesi'ne gitmek üzere Gythio şehrinden ayrıldı. Ne yazık ki maddi zorluklar nedeniyle örgün eğitimini tamamlayamadı. Aynı yıl ilk şiir kitabı "Under Shadows and Lights" da yayınladı. Zor zamanları oldu; babası öldü ve annesi Krokees'e yerleşmek için Plumitsa'yı terk etti. Kız kardeşi Sofia ve kardeşi Mihali de Krokees'e taşındı orada evlendiler.
 1934'te Pitsa Apostolidou ile evlendi ve iki çocuğu oldu, Kostas ve Eugenia (Jenny). Kısa sürede çiftçilik yapmaya çalışırken, ayrıca ipek İşlerine girmeden önce ipek fabrikasında çalıştı. 1940-41 Arnavutluk Savaşı (2.dünya savaşı) ve 1942'de Yunanistan Ulusal Direniş Hareketi'ne (EAM) katıldı. Savaştan sonra memuriyet kariyerine devam etti, ancak siyasi düşüncelerinden dolayı 1947'de tasfiye edildi ve Pire için Atina'yı terk etmek zorunda kaldı. 1949'da Yunanistan Komünist Partisi üyeliğini iptal etti, zira başlıca denemelerinden birinde süper güçler arasında uzlaşma çağrısında bulundu. Nikiforos 1957'de Sovyetler Birliği'ni ziyaret etti. Aynı yıl Devlet Şiir Ödülünü kazandı ve bir gazeteci, çevirmen ve editör olarak çalışmaya başladı.
[caption id="attachment_1354" align="aligncenter" width="437"]vretakos Nikiforos Vrettakos[/caption]
1967'de Yunanistan'dan ayrıldı ve diktatörlük döneminde İsviçre ve İtalya'ya gitti. 1974 Nikiforos' Yunanistan'a döndüğünde doğduğu yeri yeniden keşfediyormuş gibi geri geldi. Burada amcasının evinde daha sonra  kızkardeşinin Sofia'nın evine Krokees'e yerleşti. 1980'lerin başında Plumitsa kalıntılarının yanında küçük bir ev inşa etti. Burada yaptığı çalışmaların çoğunu sevgili arkadaşı Taygetus dağına bakarak yazdı.
 Nikiforos, birkaç sayılık şiir ve "Nikos Kazantzakis-His Anguish and His Work" adlı eseri, otobiyografik "Odyni" ve diaspora Helenelerine (Yunanistan dışında yaşayan Yunanlılar) bir teklifte bulunan "Litvanya Körüğü Rahibesi" gibi  kitaplar yazdı. 
 Yunanistan'ın içinde ve dışında yüzlerce şehirde onur konuğu olarak organizasyonlara katıldı 
1464763240
 Nikiforos şiirde ulusal ödül aldı. O "Yunan şiirinin Azizi" olarak ilan edildi. Ayrıca Atina Üniversitesi'nden edebiyatta Onursal Doktora derecesi aldı ve Nobel Şiiri Ödülü'ne aday gösterildi.
 4 Ağustos 1991'de bir pazar sabahı barışın ve sevginin şairi Nikiforos, sevgilisi Plumitsa'da son nefesini verdi. Dünyaca ünlü besteci ve hümanist Mikis Theodorakis, ölümünün öğrendiğinde şöyle dedi: Çocukluğunuzdaki düşlerinin yerini uzun yolculuğunuza başlamak için seçtiniz. Ploumitsa yokluğunuzdan kurtuldu ve Taygetus dağı sessizliğinizden dolayı acıyor. Yüzyılların sessizliğine inmek ve sonsuzluğun eşiğini aşmak için size veda ettiğim son anı gönderiyorum, "Margarita" şiirinden dize, "Ruhunun tohumları evreni kırmızı pırıltı ile doldurdu" "Dedi.
Nikiforos'un tabutu, Atina'daki Yunan Ortodoks Katedrali'nde halkın karşısına çıkarıldı. Daha sonra 7 Ağustos'ta Atina'daki Ulusal Mezarlığa gömüldü.
Şiirlerinden bazıları
-------------
Kapının Açılışı
<...Sevgidir gökyüzü.
Hiçbir zaman yere düşmez...>
Dolaşıyorum
türkü söyleyerek.
Ayaklarımda tüm ulusların tozu. Tüm acılar.
Saçlarımda kül. Aralıyorum kapıyı.
Karşıda ocak. Yanında anam.
Fırlıyor ayağa, tedirgin, koşuyor.
İki elimle kucaklıyorum anamı.
Dayıyorum başımı göğsüne.
<...Çimen ver bir avuç...
yatıp uyuyayım...>
Ver kutsal elini,
bir şiir yazayım, sözcüklerle değil ama.
Sözcüklere paydos! Bir öpücükle.
Al şimdi yorgun on parmağımı,
as duvara, kurut. Bak.
Yalnızlık, rüzgar, acı deniz akacak.
------------------------
Mavi Mendil
Dağ değil. Aydan gelen ışınlar değil.
Derinlerden bize doğru gelen -çok iyi bak ama!
Barıştır. Selam çakıyor dünyaya.
Benden armağan
elindeki mendil.
----------------------
Bir Öğüt
Zaman, hiç kuşku yok, bir yerde bitecek.
Dostum, beni dinle gel:
Harcama vaktini boş yere.
Koparabildiğini koparmaya bak.
Boşver ateşleri sönüklere,
düzme ışıklara, kuru gürültülere boşver.
Suratları sırf toprak olanlar,
gerçek güneş doğar doğmaz
mumyalar gibi dökülüp gidecekler.

------------------
Sorsam
Elli yıl, yüz yıl sonra,
bağışlansa bana
bir pencereden başımı
uzatma ayrıcalığı,
sorsam korka korka:
Bu geçen sürede, sevgim
dünyaya ne sağladı?
---------------------
Bir Küçücük Işık
Evine giderken, evinden çıkarken,
yürürken kentte ya da ıssız bir yerde,
küçücük de olsa, bir ışık bıraksın ister geride.
Bilir çünkü:
Boşa gitmez bir tek yağmur damlası bile.
Yere akan kanı da saklar toprak
(Bir gün bunun hesabı sorulacak) .
Geleceğe ışık tutan
inlemeleridir ölenlerin
bir inanç uğruna.

Çev.: A.Kadir-Panayot Abacı