27 Eylül 2016 Salı

Doğan Kuban'dan Halil İnalcık'a: "Soramadığım Sorular"




Yakın zamanda kaybettiğimiz Halil İnalcık hoca hakkında Doğan Kuban hocamızın (Herkese Bilim Teknoloji dergisi) HBT'de 12 ağustosta yayımlanan yazısını, gündemin kısır politik buhranından arınmak ve olaylara daha derin bakmak adına paylaşmak istiyorum. Türkiye'nin bana göre nesli tükenen bilim insanlarından olan Halil İnalcık ve Doğan Kuban gibi hocaları okumalı anlamaya çalışmalıyız. Ülkemiz; bilim özellikle popüler bilim, halk için bilim tarzında dergilere yeterince sahip değil. Malesef bir bilim kültürümüz yaratılamadı, son yıllarda çabalar ve girişimler var ama bilimsel kurum kültürü olmadan bu zor. 
Cumhuriyet gazetesinin eki olarak yayın hayatına başlayan Cumhriyet ve Bilim Teknoloji eki, gazetenin eki kapatmasıyla haftalık olarak çıkan dergi gene Orhan Bursalı'nın başında olduğu bir ekiple sonsuz çabalarla "herkese bilim teknoloji" adı altında haftalık yayınlanmaktadır. Haftalık dergi, hele ki popüler bilim dergisi çıkarmak; üniviersiteleri zayıflamış bütün gündemi savaş-terör-darbe olan Türkiye gibi bir ülkede bunu azimle kararlılıkla devam ettirmek çok değerli ve saygıdeğer bir iştir. Orhan Bursalı'ya hala bilimin ve aklın öncülüğünü dert edindiği inatla ve umutla halka bilimi sevdirmeyi ve merak ettirmeyi sağladığı için binlerce kez teşekkür ediyorum. HBT gibi bağımsız bilim, kültür ve eleştirel düşünce dergilerinin artması dileğiyle...

                                                                                                                                  Doğan Sevimbike



Halil İnalcık ve ona soramadığım sorular

Şikako’da uzun süren hocalığı sırasında kendisiyle birlikte olan, yakın akrabam profesör Fahir İz’in tanıklığı ile, İnalcık’ın ekonomik ve toplumsal tarih alanında etkili bilimsel kişiliğini de öğrendim. Basının şan, şöhret, ödül, nişan, hocaların hocası gibi övgüleri dışına, alanında neler yaptığını anlatan tarihçi öğrencileri herhalde hocalarını kamuoyuna daha iyi tanıtacaklardır.

Göçer Türklerin fethettikleri ve ilk kez yerleşik düzene geçtikleri Anadolu’ya “Turchia” adını veren ilk kez İtalyanlar oldu. Göçer Göktürk’lerden sonra, Türkiye adını taşıyan ilk yerleşik Türk vatanı Cumhuriyet’le kuruldu.

Türk halkına sahibi oldukları bu ülkenin tarihini anlatmak, onun daha uzun bir tarih içinde kimliğini belirlemek, yaşadıkları ülkenin coğrafyasında yaşamış, daha erken insan kuşaklarını tanıtmak, tarihçi ve arkeologların ilk kuşaklarına verilmiş bir görevdi. Tarih, dil ve coğrafya yeni Türkiye’nin insanının ülkeye sahiplik ve uygarlık bağlamında ilk öğrenmeleri gereken konulardı. İnalcık bu görevi, sadece profesyonel bir akademisyen olarak değil, bilinçli bir vatansever cumhuriyetçi olarak benimsemiş ilk kuşak öncüleri arasındadır.

Sistematik Geliştirdi

Osmanlı tarihçisi olarak Türk tarihi öğrenimine kazandırdığı en önemli şey, belki de, milyonlarca belgenin incelemesinde uygulama sistematiğinin geliştirmesi olmuştur. Bu bağlamda Arnavut Sancağı Tahrir Defterleri’nin transkripsiyonunun önemini özellikle vurguladığını Muhittin Eren’den dinlemiştim.
Onun en çok okunan kitabı, ilki önce İngiltere’de basılmış sonra Türkçeye çevrilmiş Osmanlı Tarihinin 1300-1603 arasındaki dönemiydi. “Osmanlı İmparatorluğunun Toplumsal ve Ekonomik Tarihi adlı 1995’de  Cambridge’de yayınlanan kitabı, çalışmalarının sınırlarını en iyi yansıtan bir yapıttı. Bunun ilk cildi İnalcık tarafından yazılmış, 2000’de Halil Berktay tarafından çevirisi Tarih Kurumu tarafından basılmıştı.

Editörlüğünü yine İnalcık’ın yaptığı İkinci cilt değişik yazarlar tarafından yazılmıştı. İstanbul’un Fatih döneminin belgelere dayalı olarak yerleşme istatistikleri, ve Türk aile yapısı üzerinde çalışmaları da aydınlatıcıdır.
Halil İnalcık, Osmanlı tarihini yazılı kaynakların dikkatli incelemesine dayandıran bilimsel tarih yazarlığının saygın örneği oldu. Tarihi övgülerle doldurmayan, hikaye anlatmayan, laf cambazlığı yapmayan üslubu ile, Türk yazınında hala devam eden amatör propagandacı tarih yazımı geleneğini, kendi öğretiminden uzaklaştırdı.

Tarihi halka öğretme görevi

Onun kuşağı ve onu izleyen bizim kuşak ağır bir sorumluluk taşıyorduk. Anadolu’da oturan, büyük kentli olmayan, kendi sınırlı Türkçesini konuşan, okumamış bu ülke insanına bir Türk devletinin üyesi olduğunu, bir dili ve tarihi olduğunu öğretme, bu tarihin Cumhuriyet’le başlamadığını bilmesi gerekiyordu. Bu bir kimlik ve güven sorunu idi. Bunu gerçekleştirmek için Osmanlının neden battığını değil, neden bu kadar uzun yaşayabildiğini, bütün pozitif verileriyle incelemek gerekiyordu. Önce başarılardan başlamak gerekiyordu. Halil Hoca ve arkasından gelen kuşağa göre, Türk ulusunun dünya içindeki konumu ve varlığının, başarı hanesine yazılması ve kesin verilere dayandırılması gerekiyordu. İnalcık’ın düşüncesinde tarihin bı pozitif aşaması 1603’te bitiyordu. Bu Cumhuriyet’in ilk dönemi için bir tür zorunluluktu. Lise öğretimimizde bizim tarih hocalarımız böyle yaptılar. Arkamızdaki tarihi bütünüyle kötüleyemezdik.
Peki Osmanlı neden yok olmuştu?
Fakat Cumhuriyet oturduktan sonra, özellikle 1980’den sonra, emperyalizme yeniden kurban olmamak için, Osmanlının neden yok olduğunu öğrenmemiz gerekiyordu. O kadar tantana ile başlanan Tanzimat’ın neden fiyasko ile sonuçlandığını halka anlatmak gerekiyordu. Bunları en iyi bilenlerden bir İnalcık idi. Avrupa ile Osmanlı’yı anlatan kitabında Avrupa’nın gerçekleştirdiklerini anlatıp bizim hangi nedenle geri kaldığımızı sadece etmek yetmiyor.

“Hasbahçe’de Ayş-ül Tarab” adlı İş Bankası’nın yayımladığı güzel kitabında da, Avrupa’daki sürekli yenilgilerden sonra, sarayın eğlence, ziyafet ve içkiye düştüğü ima edilir.

Bunu ilk Cumhuriyet kuşağından biri olarak anlayabiliyorum. Ne var ki İnalcık sosyal ve ekonomik tarih uzmanı olarak, tarih söylemini çığırtkan, hayali bir kahramanlık ve hamaset söylemine dönüştürmedi. Bu bağlamda da geleceği ciddiyete ve bilime davet etmeye devam ediyor.
Osmanlı kültüründe felsefe olmadığını anımsattım. Bana “Ama sufizm var!” demişti. Sufizm’in bütün çekiciliğine ve şiirselliğine karşın Tanrı yolunda hayal ve spekülasyonla yetinen bir düşünce sistemi olduğunu söyledim. Bunu tartışmadığımızı anımsıyorum.

Belgeyi temel alan nesnellik

İnalcık, eski kuşak Cumhuriyet tarihçileri için oldukça karakteristik bir tutuma sahipti. Bu tutumu, belgeyi temel alan, yorum ve spekülasyonu dışlayan bir nesnelliktir. Nedeni, o zamana kadar yazılı tarihin, “o dedi, bu dedi” yöntemiyle, allamelikle yazılmış olmasıdır. Osmanlı arşivleri ise nesnel tarihçiler için tükenmez bir hazine oluşturuyordu. İnalcık bunun bilimsel sisteminin kurucusudur. Osmanlı tarihinin sağlam, belgesel temelini yazmadan Batı ile karşılaştırmak anlamsız olurdu. Yukarıda da değindiğim gibi, ilk Cumhuriyet kuşaklarının sorunu önce kendi tarihi varlığımızın nesnel ve verilerini derlemek gün ışığına çıkarmak, dünya kamuoyuna sunmak idi. Bu olmadan uygarlığımızla övünmek de olası değil. Bugün değişen, Türkiye’yi uluslararası sıralamada aşağı basamaklarda tutan ve tutacak kültür toplumsal kültür birikiminin yapısı ve nedenleridir. Bugünkü olaylar, dış odakların iç eğilimleri kendi amaçları uğruna uygun olarak yönlendirmeleridir.

Bugün nasıl kapitalizm artık sopadan çok finans kapitalin küresel örgütlenmesinden yararlanarak sömürüyü sürdürüyorsa, egemen uygarlık kültürü de, emperyalizmini, geri kalmış toplumların kültürel yetersizlikleri üzerine kuruyor. Kendi dilinizi geliştireceğinize İngilizce öğreniyorsunuz. Kitaplarınız çeviri. Bilim adamları yetiştireceğinize imam ve hatip yetiştiriyorsunuz. Amerikalılar ve Avrupalılar da ellerini ovuşturup, bıyık altından gülüyorlar.

Soramadığım Sorular

İnalcık bunları biliyordu. Toplumsal ve ekonomik tarih yazımının, Osmanlı bağlamında en büyük ustasıydı. Fakat bu yaşlarda insanlar geleceği düşünemezler. Daha çok geçmişi düşünürler. Ona neden 1603’den sonrası için bir başka tarih yazmadın,  Osmanlı İmparatorluğu o kadar iyi çalışan bir makine olarak nasıl bozuldu ? Nesi çalışmadı ? diye soramadım. Bu satırları kitaplığımın dışında yazıyorum. Sonuçta bunu İnalcık bağlamında daha iyi yapacak tarihçiler var.


Habsburg, Romanof ve Hohenzolern sülalelerinin sonlarının nasıl geldiği iyi biliniyor. Osmanlı’nın yok oluş nedenleri de belli. Fakat Türkler onu daha yazmadılar. Birden devlet kadrolarının yarısı(!) asker ve sivil, boşalıyor. Çağdaş tarihte bunun eşi yok. Acaba bunun Türk tarihinde bir yanıtı yok mu? Her şey yepyeni mi? Yoksa İnalcık Hoca’nın söylemekten kaçındığı bir şey var mıydı? Osmanlı İmparatorluğu’nu yok eden nedeni Türk halkı doğru biliyor mu? Bunda hocann bir suçu yok!


Doğan Kuban 

23 Eylül 2016 Cuma

43.Ölüm Yıldönümünde Resimlerle Pablo Neruda'nın Sıradışı Hayatı



Pablo Neruda - Poet of People; Monica Brown'un öyküleştirdiği Julie Paschkıs'ın illüstrasyonlarını yaptığı halk şairi Pablo Neruda'nın hayatını anlatan çocuklar için hazırlanmış bu kitap ingilizce-ispanyolca ve birçok dilde baskısı mevcut olmakla beraber türkçeye henüz çevrilmiş değil. Asıl ismi Ricardo Eliezer Neftali Reyes Basoalto’dur. 1953’te Lenin Barış ödülü’nü, 1971’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır. 23 Eylül 1973'de vefat eden Pablo Neruda'nın bugün 43.ölüm yıldönümü olması sebebiyle bu güzel kitap ve resimlerle onu bir kez daha analım. Türkçeye kazandırılması ve ülkemiz çocuklarına dünya şairlerinin büyülü dünyalarını tanıma fırsatının yaratılması dileğiyle..












Neftali adında küçük bir çocuk vardı, 

çılgın şeyleri severdi çılgınca

 ve sessizliği severdi sessizce.




Neftali arkadaşlarıyla ormanda oyun oynamayı,

ata binmeyi ve nehirde yüzmeyi severdi.

Neftali'nin babası tren kondüktörüydü,

ve O bazı zamanlar oğlunu da trende yanına götürürdü.





            En yakın hocası olan Gabriela Mistral ona uzak yerlerden harika kitaplar verdi 
                               
ve Neftali yazar olmak istediğine karar verdi.


Neftali arkadaşları gibi iyi top oynayamıyordu ama okumayı seviyordu ve sayfaların arasındaki  büyüğü keşfetti.



                                    O makasları, yüksükleri, sandalyeleri ve yüzükleri yazdı

O düğmeleri, kuş tüyünü, ayakkabıları ve şapkaları yazdı

O kadife kumaşı ve denizin rengini yazdı.



O özgürlük mücadelesi veren işçilerin onuru için

adalet arayanların kavgasına katıldı onlar için şiirler yazdı.

Şiirleri liderleri kızdırsa bile sessiz kalmadı 

çünkü o halkın şairiydi.




Adınızı neden değiştirdiniz, “Pablo Neruda” ismini seçmenizdeki neden nedir? 

P.N.: Hatırlamıyorum. 13-14 yaşlarındaydım. Babamın yazmak istememden duyduğu rahatsızlığı hatırlıyorum. Tamamen iyi niyetiyle, yazarlık yaparak aileme ve kendime zarar vereceğimi, özellikle de hayırsız bir evlat olacağımı düşündü sanırım. Böyle düşünmesinin ailevi nedenleri vardı ama bu nedenlerin benim için bir değeri yoktu. Adımı değiştirmek yaptığım ilk direnişçi hareketti.

Kaynak: http://www.sabitfikir.com/soylesi/pablo-nerudayla-soylesi-adimi-degistirmek-yaptigim-ilk-direnisci-hareketti  The Paris Review'den çeviri.









Kaynak : https://www.brainpickings.org/2014/11/04/pablo-neruda-poet-of-the-people-book/
Çeviriler: Doğan Sevimbike


13 Eylül 2016 Salı

BİR SEVGİLİNİN PARMAKLARININ YÖRÜNGESİDİR İSYAN



Ama, isyan
Yörüngesidir bir sevgilinin parmaklarının,
Kıpırdamaya, durmadan örmeye
Devam etmesi gereken.



                                            Martin Espada

Kitaptan:
“Şair, yazar, çevirmen. 1957’de Brooklyn, New York’da Doğdu. Porto Rico Kökenli bir ailenin çocuğuydu. Northeastern Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Bir süre ücretsiz kira avukatlığı yaptı. Massachusetts Üniversitesi’nde profesör; hukuk ve yaratıcı yazarlık dersleri veriyor. Çağdaş Amerikan şiirinin önde gelen isimlerinden Martin Espada “Kuzey Amerikalı şairalerin Neruda’sı olarak tanımlanmaktadır. Imagine of the angels of bread (1996) adlı kitabıyla Amerikan Kitap Ödülü’nü kazandı. Ayrıca makalelerini içeren Zapata’s Disciples adlı kitabıyla Bağımsız Yayınevleri Kitap Ödülü’nü aldı. Paterson Şiir Ödülü, PEN/Revson Şiir Ödülü, Robert Creeley Ödülü aldığı diğer ödüller arasında sayılabilir.”
Şairin-Paltosu-Kapak-
Şiir çevirisi hayli zor iştir, şiirin yazıldığı dil; dilin teknik yapısı ve sözcük zenginliği ile değişir anlam kaybeder yada anlamı güçlenir. Bu sebeple şiir için en az çevrilen yada çevrilse de özgün dilindeki etkiyi bulamayan bir edebiyat alanı da diyebiliriz. Fakat bu kitap için aynı şeyi diyemeyeceğim. Şiirleri okudukça bazen Türk bir şairden okuyormuşum hissine kapılıyorum. En az şair kadar çevirmen de önemlidir. İlyas Tunç’un, ustaca çevirisiyle ortaya çok güzel bir eser çıkmış. Şunu da eklemeliyim; şiir bir dilin en zengin en güzel halidir ve çeviri; özellikle şiir çevirisi bambaşka birşey, şiir yeniden yaratılıyor kelimeler daha da güçleniyor. Bunun sebebi olarak şairin ve çevirmenin aynı dünya özlemini aynı ufku paylaştığını ve aynı gerçekleri gördüğünü düşünebiliriz. Başka türlüsü de olmazdı herhalde.
Martin Espada şiirlerinin konusu herşey çünkü insana ait ne varsa ona yabancı değil; bağımsızlık, sömürgeler, Amerika’daki siyahiler, taksiciler, garsonlar, işçiler, kilise çalışanları, dul kadınlar, terkedilmişler, savaşlar, köylüler, gerillalar, faşist iktidarlar, yolculuklar, sevgililer, aşk ve devrimler…  Kitap, Martin Espada’yı iyi tanımamız için ilk olarak İlyas Tunç’un “Politik İmgelemenin Şairi” adlı bir makalesiyle başlıyor. Walt Whitman’dan Pablo Neruda’ya uzanan Langston Hughes ve Allen Ginsberg’i de kapsayan bir geleneğin devamcılarından biri olarak ifade ediyor kendini ve yine kendi tabiriyle “ben kocaman bir ağacın ufak bir dalıyım” diyor; kitabın sonundaki “Martin Espada’yla Söyleşi” kısmında. Nazım Hikmet hakkındaki düşünceleri de gene bu keyifli söyleşide yer alıyor. Kitapta Ömer Hayyam’la tanışmasını anlattığı bir şiiri bile mevcut. Palto yapar gibi şiir yazıyor; ve gene büyük bir paltonun içinden çıkıyor, başka bir palto yapmak için sözcükleri ve dünyası…
“Bu palto gibi bir şiir yazmak istiyorum,
düğmeleri, cepleri, çimen rengi kumaşıyla,
öksürükten boğulan bir adama bir palto kadar yararlı bir şiir.
Öğret bana.”




VEYAYINEVİ güzel kitaplar basmaya devam ediyor. Şiir kitapları sadece şiirlerden oluşmuyor, çevirmen-yazar söyleşileriyle ve yazar hakkında geniş bilgi sunumuyla, şairin ve şiirin dünyası hakkında düşüncelerimizi zenginleştiriyor; bu sebeple bir şiir-sanatı bir poetika kitabı olarak da görülmeli, okunmalı.
Doğan Sevimbike

9 Eylül 2016 Cuma

GABRIEL GARCIA MARQUEZ İLE DOĞU AVRUPA'DA YOLCULUK




  Gezi-yolculuk kitaplarını oldum olası hep sevmişimdir. Bu biraz da çocukken okuduğum macera kitaplarıyla ilgili sanırım.  Sürükleyici ve yalın bir dil ile yazılan çocuk-genç edebiyatın macera romanları yada çizgi romanları; renki dünyalara yolculuğun ilk kapıları. Edebiyat nasıl ki bir kanıtsa yaşamaya dair; yolculuk da yaşamın edebiyattan başka bir kanıtıdır. Yolculuklarda bilme arzusunun bitmez tükenmez devingenliği vardır. Yazıya döküldüğü zaman ise yolculuk zamanın ve mekanın dışına taşmaya başlar. Yazar yazdığı zaman, okur okuduğu zaman gerçeklikten ve hayal gücünden beslenen yeni bir mekan yeni bir zaman yaratılır. Anlatıldığı ve paylaşıldığı zaman yolculuk da bir tür edebiyattır aslında. İş seyahati, okul gezisi, dünya turu, mavi yolculuk, resmi görev icabı gidilen yerler, göçler, sahilde yürümek ve hiçbir şey düşünmeden sırt çantanı alıp yola koyulmak...  Sadece yol ve sen; gördüklerin ve düşlediklerin ve ilerisi.

  Gabriel Garcia Marquez de “Anlatmak için Yaşıyorum” diyor. Doğu Avrupa’da Yolculuk; 1950’lerde gazeteci olarak Sosyalist ülkelere yaptığı seyahati anlatıyor; Doğu Almanya’dan başlayıp Çekoslovakya, Polonya, Macaristan, ve Sovyetler Birliğine uzanan bu büyülü yolculuğu bizlerle paylaşıyor.

  “Doğu Avrupa’da Yolculuk” Sosyalist ülkelerin bürokratik sıkıntılarını, insanların sistemle olumlu yada olumsuz uyumluluklarını ve birey olarak yaşadıkları dünyayı anlatsa da, kitap; 2.dünya savaşı sonrası yıkılmış coğrafyanın değiştirdiği insanlığı da anlatıyor. Savaştan bıkmış, soykırıma uğramış, acılarla ama büyük umutlarla yeniden inşa edilmeye çalışılan bir coğrafya Polonya’dan Moskova’ya ve tüm Sovyetlere yayılan.

Kitaptan:

İspanyolca Özgün Baskısı 1983

“Sovyet halkının hediye vermek uğruna elinde hiçbir şey kalmamasına yol açmamak için insanın çok ketum davranması gerekiyor. Ellerinde ne var ne yok,  her şeyi hediye ediyorlar. İster değerli şeyler olsun, ister işe yaramaz şeyler. Ukrayna’daki bir köyde yaşlı bir kadın, kalabalığın arasından kendine yol açarak bana küçük bir tarak parçası hediye etti. Sırf hediye verme zevki uğruna bir şey hediye etmenin zevkiydi bu. İnsan Moskova’da dondurma almak için bir yerde duruyor, sonra yanında bisküviler ve şekerlerle yirmi dondurma birden yemek zorunda kalıyor. Halka açık bir yerde hesabı ödemenin imkanı yoktu; yan masadakiler çoktan ödemiş oluyorlardı. Adamın biri bir akşam Franco’yu durdurdu, ona elini uzattı ve avcunun içine çarlar zamanından kalma değerli bir madeni para bıraktı. Teşekkür etmesini bile beklemedi. Bir tiyatronun kapısındaki kalabalığın arasında, yüzünü bir daha hiç görmeyeceğimiz bir kız, delegelerden birinin gömleğinin cebine 25 rublelik bir bilet soktu. Herkesin birden gösterdiği bu ölçüsüz cömertliğin, delegeleri etkilemek için verilmiş bir emre itaatin sonucu olduğunu hiç sanmıyorum. Ama hiç olası görünmediği halde öyle olsa bile, halkının bu disiplini ve sadakati karşısında Sovyet hükümetinin gurur duyması gerekir.”


Bir edebiyat ve  araştırma kitabı olarak “Doğu Avrupa’da Yolculuk”

 Sosyalist ülkelerin bir çok eleştirisiyle harmanlanmış akademik-edebi türde eserler okuduk fakat bir o kadar da yapıcı eleştirileri olan eserlerle de karşılaştık. “Dünyanın sosyalist olmasını istiyorum ve inanıyorum ki er yada geç öyle olacak” diyen Marquez’den sosyalist ülkelere yaptığı bu geziyi; hem edebiyat olarak hem de sosyalist fikir alanında çalışma yapan düşünen ve Marquez’in inandığı gibi inanan herkesin okumasını tavsiye ederim. 


"Moskova dünyanın en büyük köyü" 

Yırtık ayakkabılarla sokaklarda dolaşan insanların sadeliği, iyi kalpliliği ve içtenliği, festival için verilmiş bir emrin gereği olamazdı.

Fransa’da pek çok kez bulunmuş, Moskova Üniversitesi’nden bir Profesör, Sovyet işçilerinin, genellikle, Batı’da yıllardan beri hizmet gören birçok şeyi kendilerinin icat ettiği kanısında olduklarını anlatmıştı bize. Çataldan tutun da telefona varana kadar en basit şeylerin icadını Sovyetlerin kendilerine mal ettiklerini söyleyen Amerikalıların o eski şakasının aslında bir açıklaması var. Batı Uygarlığı, teknoloji alanında attığı muazzam adımlarla XX. Yüzyılda yol alırken, Sovyetler temel sorunlarını kapalı kapılar ardında çözmeye uğraşıyorlardı. Eğer günün birinde Batılı bir turist, Moskova’da elektrikli buz dolabını icat ettiğini söyleyen saçı başı darmadağınık, heyecanlı bir gence rastlayacak olursa, ona yalancı ya da deli gözüyle bakmamalı: Büyük bir olasılıkla elektrikli buzdolabını, Batı’da sıradan bir eşya olarak kullanılmasından çok önce, evinde icat etmiştir.”


POLYUSHKA POLYA : 

Bu ova
Bu engin ova
atlar koşar üzerinde çayırların
hey, kızıl ordu kahramanlarının 

hanımlar bakın,
gittiğimiz yere bakın
uzun yolumuz hızla koştuğumuz
Hey, sizin şanlı yolunuz