23 Ekim 2016 Pazar

Borges'in Kusursuz Olarak Nitelediği Roman; Bir Aşk ve Sonsuzluk Devinimi: MOREL’İN BULUŞU



 Arjantin ve dünya edebiyatında "Morel'in Buluşu" ile tanınmaya başlayan yazar, gazeteci, şair ve çevirmen; Adolfo Bioy Casares 1932’de Borges’le tanışır. Ölümüne kadar sıkı bir dostlukları olur. Birlikte fantastik öyküler ve şiirler yazarlar. Casares aynı yıl içinde “Sur” edebiyat dergisinin kurucusu Victoria Ocampo ile de tanışır. 1933’de Buenos Aires Üniversitesine girer fakat daha sonra, edebiyatla yazarlıkla ilgilenmeye başlayınca okulu bırakır. 1940 yılında fantastik-bilimkurgu öğeleri taşıyan “La invencion de Morel”’i (Morel’in Buluşu) yazar. Bu kitabıyla Buenos Aires Belediye Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Ölümünden 8 yıl önce 1991 yılında İspanyol Edebiyatının en prestijli ödülü olan “Miguel de Cervantes Ödülü”’ne layık görülür. 1999 yılında 8 martta 84 yaşında hayata veda eder. Bedeni La Recoleta Cemetery’de yakılır. 




 “Morel’in Buluşu”; ilk baskısı 1990 yılında Gece Yayınları tarafından yapıldı. Zamanla da tarihe karıştı, unutuldu. 2008 yılında ise Jorge Luis Borges’in önsözüyle Helikopter yayınları tarafından tekrar basıldı. 2. Baskısı da 6 yıl sonra 2016’da mart ayında basıldı. Görüldüğü üzere uzun yıl aralıklarıyla basılan çok aranan ve beklenen kitaplardan biridir "Morel'in Buluşu". Kitap 1971 yılında  İtalyan yönetmen Emidio Greco tarafından "L'invenzione di Morrell" adıyla filme uyarlanır. Çekimleri Malta adasında yapılan film Emidio Greco'nun da İtalyan sinemasında tanınmasını sağlar.


Filmin fragmanı:




 Bu kitabı anlatmaya nerden başlamalı yada nasıl anlatmalı bilemiyorum. Kahramanımız dış dünyadan izole edilmiş ve terk edilmiş bir adaya düşer. Bu adada kilise müze ve bir havuz vardır. Terk edilmişlik, havuzdaki ölü balıklar, çürümüş bitkiler, kırık camlar ve yıkık duvarlar. Anlatıcımız yani kahramanımız adayı keşfederken elektrik üreten jeneratörlerin olduğu bir oda bulur. Adada oluşan med ve cezirler (Gel-git) bu jenaratörler sayesinde adanın tümüne elektrik üretir. Motorların çalıştırılmasıyla beraber tüm ada rengarenk ve pırıl pırıl bir görünüme kavuşur. Yıkıntılar ve pislikler gider. Aynı zamanda etrafta dolaşan insanlar da belirir. Bu yansımalardan biri de aşık olduğu Faustin’dir. Onun peşinden her yere gider, diğer insanların konuştuklarını dinler. Adada ne olup bittiğini anlamaya çalışır. Sorular kuşkular yansımalardaki kişilerden bile kıskanır Faustin’i. Yansımalar dünyası onun gerçek dünyası olmuştur artık. Nesnel dünya ile ayırt edemez hale gelmiştir. Kafasındaki puzzle ise yavaş yavaş birleşir. Adadaki radyasyondan dolayı derisinde dökülmeler başlar ölümüne yakın en sonunda Faustin’in içindeki o döngüye kendisini sokar ve sonsuz bir döngüde hiç bitmeyecek bir aşkın yörüngesinde kalır, Hayata veda ederken bir döngünün gel-git'lerinde sonsuz bir aşk içinde yaşamaya devam eder.

Aşk ve sonsuzluk konularını gerçeküstücülük tarzıyla işlemiş bir ada romanı. Karşılıksız bir aşkın izinde fantasik bir dünyayı anlatırken ilerleyen sayfalarda bilimkurgusal bir dünyaya açılan eşsiz bir yapıt. Issız ve terkedilmiş bir adada  yaşayanların yansımaları.. ve o yansımalar içinde Faustine’ne duyulan hayranlık ve aşk. Kahramanın sevdiği kadın ile beraber birbiri ardına devam görüntülerin içindeki dünyaya girmesiyle "son" bulacak sonsuzluk. Bir vakitler Lost diye bir dizi vardı. Issız bir adada geçen macerada Borges’ten ve Adolfo Bioy Casares’ten esintiler olduğunu söyleyebiliriz. En belirgini ise 4.sezonda 4.bölümde Sawyer’in “Morel’in Buluşu”nu okuduğu sahne. 


Kitaptan:

Mantık bize Morel'in umutlarını reddetmemizi emrediyor. Görüntüler yaşamaz. Bununla birlikte bana öyle geliyor ki, bu alet şu anda elimizde olduğuna göre, görüntülerin hissedip hissetmediklerini, düşünüp düşünmediklerini denetlemeye yarayacak bir başkasını icat etmek daha uygun olacak ( ya da en azından, kayıt süresince gerçek kişilerde olan düşünce ve duyulara sahip olup olmadıklarını denetleyecek bir alet; bu düşünce duyularla bilinçlerinin (?) ilişkisinin denetlenemeyeceği açıktır). Şu andaki alete çok benzeyecek olan bu alet vericinin düşünce ve duyularına yöneltilecek; Faustine'den hangi uzaklıkta olursak olalım görsel, işitsel, dokunsal, koku alma ve tat alma düşünce ve duygularını elde edeceğiz. Ve bir gün, daha eksiksiz bir alet bulunacak. Yaşam boyunca -ya da kaydedilen anlar süresince- düşündüğümüz ya da hissettiğimiz şeyler sayesinde görüntünün her şeyi anlamayı sürdüreceği ( tıpkı bizim bir alfabenin harfleriyle anlayabildiğimiz ve bütün sözcükleri oluşturduğumuz gibi) bir alfabe gibi olacak.


Jorge Luis Borges’in önsözde yazdığı; “Entrikanın ayrıntılarını yazarıyla tartıştım, onu yeniden okudum; onu kusursuz olarak nitelemenin bir yanlışlık ya da abartma olacağını sanmıyorum." Eşsiz bir kitap olduğunu kabul etmek gerekiyor. Varoluşun ölümsüzlüğün başka bir boyutunu, 
imgelerle fantastik bilimkurgusal öğeleri de ekleyerek, bizi Borgesvari bir labirente sokuyor Casares; sonsuz sevginin ve döngünün labirenti.. Casares'in çevrilmemiş bir çok eseri var, günlükleri ve diğer kitaplarınn da çevrilmesini umuyorum.

Helikopter Yayınlarının baskısı hakkında ufak bir eleştiriyi de eklemem gerekiyor;
Kitabın orjinal basksındaki ilustrasyonlar; Arjantin’de dışavurumculuk akımının temsilcilerinden, aristokrat ve entellektüel Florida grubunun üyesi, Jorge Luis Borges’in kız kardeşi Norah Borges’e ait. Helikopter yayınları da yeni kaliteli hamur baskısında bu ilustrasyonlara da yer verseymiş keşke.






 Adolfo Bioy Casares ve Jorge Luis Borges uzun dostlukları süresince Buenos Aires’te Cafe La Biela’ya sık sık uğrarlarmış, Arjantin ve dünya edebiyatının bu büyük iki usta yazarıyla vakit geçirmek isterseniz Cafe La Biela’da onarla birlikte bir kahve içebilirisniz J


  

 Cafe La Biela



Los mejores deseos...

Doğan Sevimbike





















18 Ekim 2016 Salı

BİR AŞK – DİNO BUZZATİ




 İtalyan Edebiyatının önemli isimleri arasında yer alan, en tanınmış ve başarılı romanı kabul edilen “Tatar Çölü” ile tanımaya başladığımız Dino Buzzati’nin dilimize çevrilmiş bir çok eseri mevcut. “Öylesine Bir Aşk” olarak 1990 yılında çevrilen “Un Amore”, geçtiğimiz haftalarda Can Yayınları’ndan Eren Cendey tarafından İtalyanca’dan dilimize “Bir Aşk” romanı olarak tekrar çevrildi. Sanıyorum ki 1990 yılında çevrilen eski basımı İngilizce’den bir çeviriydi. Günümüzde özgün dilinden çevrilmiş birçok kitabın eski basımlarının yoğunlukla ingilizce dilinden çevrilmiş olduğunu görebilirsiniz. Özellikle klasiklerde çokça var. Bir eseri özgün dilinden değil de ikinci bir dilden çevirisi eserin anlamını kaybetme yada düşürme riskini taşıyor. Pek çok kere karşılaştırdığım eski ve yeni çevirisi olan kitaplarda bunu deneyip gördüm. Mümkün olduğunca özgün dilinden yapılan çevirileri okumak en iyisidir. İtalyan edebiyatından bir çok eseri İtalyanca aslından çeviren Eren Candey’in “Bir Aşk” çevirisi Buzzati’nin sürükleyici dili ve üslubu ile birleşince ortaya sizi Milano sokaklarına götürecek harika bir eser çıkmış. Ayrıca “Bir Aşk” ( Un amore) romanı Gianni Vernuccio tarafından 1965 yılında sinemaya da uyarlandığını hatırlatalım.

Villa Buzzati / Belluno


  Buzzati 1906’da İtalya’nın Belluno kentinde doğdu. Gazeteciliğe Corriere della sera gazetesinde başladı ve yaşamı boyunca bu gazetede çalıştı. Romanlarında Kafka’dan esinlenmiş bir gerçeküstücülük olmasına karşın kendine özgün olağan üstü bir taşlama ve mizah anlayışı geliştirmiştir. 1940’da yazdığı en başarılı romanı sayılan “Tatar Çölü”; büyük bir çölü geçerek ulaşılabilen sınırda bir kışla olan Bastiani Kalesi’nde genç bir teğmen’in hiç gelmeyecek bir düşmanı beklemesini alaycı ve etkileyici bir üslupla anlatan bir yapıttı. Kafka, Sartre, Camus gibi Buzzati de insanın kaderine teslim olması ve hayata dair sorgulamayı kurguladığı bu kitabı ona büyük bir ün kazandırmıştır. (“Tatar Çölü” üzerine başka bir yazıda ayrıntılı olarak değineceğim.)
 “Bir Aşk”, 1960 yılında Milano’da 49 yaşındaki zengin bir mimar ve toplumda statü sahibi olan Antonio Dorigo’nun kadınlarla ilişkilerini ve bu ilişkileri sırasında Aşık olduğu kadınla olan ilişkini anlatıyor. Zengin bir adamın genç bir kadınla olan ilişkisi. Kitap, aşina olduğumuz klasik Türk filmlerinde izlediğimiz zengin ve yaşlı patron ve genç hayatını kurmak isteyen bir kadın ilişkisini sınıfsal farklılıkları ele alarak toplumun yaşadığı sınıf çelişkisini ve bir sevginin bu çelişki içindeki zaman zaman sarsılan zaman zaman doruk noktasına ulaşan ilişkinin sorunları üzerinden kurguladığı bu romanı aynı zamanda yozlaşmışlık ve zenginlik içindeki insanlar arasındaki uçurumu da gözler önüne seriyor.
“Nedir bu?” diye sordu erkek.
Kız, herkesi malum besini olan Tristan ya da Rigoletto dermiş gibi, “Var olan en güzel çaçaça. ‘Los Carinosos’,” dedi. Sonra da bir tür çocuksu coşkuyla tek başına dans etmeye başladı.  Kendinden emin. Birbirini izleyen ritim onu deniz dalgası gibi bir ileri bir geri atıyordu ama kız duruma hakimdi ve içgüdülerini kontrol ediyordu.
  1960’ların yıllarını anlatsa da bugüne göre; ilişki kurmadaki öznel ve ekonomik şartlar ve yaşamın mecbur bıraktığı biçemler, statüler, tarzlar ilişkileri karmaşık kılarken hayata dair yüklediğimiz anlamları da sorgular hale getiriyor. Aşkı ve yaşamı sorgulayan bir üslup ve dil anlatım sergilediği gibi Buzzati; Dorigo’nun kıskançlık, tutku, sahiplenme ile karışık iç dünyasını burjuva toplumunun çelişkileriyle yüklü ahlak anlayışı arasında bocalamasını anlatıyor.
Kitaptan

Dino Buzzati ve sevgilisi Almerina Antoniazzi
  Şimdiye dek fark etmemekle ne büyük aptallık etmişti. Bir bekleyiş gizli değilse içinde bir kayanın, ormanın, harabenin ne faydası olabilirdi? Kızın, bizi mutlu edebilecek varlığının beklentisi değilse neydi ? Düşüncemiz bizi gün batımında, kızla hüzünlü kuş cıvıltıları arasında gezinmeye çıkartmaya yetmiyorsa sarp kayalıklardan gizemli patikalardan oluşan romantik vadinin nasıl bir anlamı olabilirdi?  Mağaranın gölgesinde bir buluşmanın hayalini kurmuyorsak antik firavunların yüksek duvarlarının ne anlamı vardır ? Bir Felemenk kasabasının köşesini niye umursayalım yada boulevard kafesini Şam’ın suk’unu eğer o kız günün birinde oradan geçmeyecek ve size bir hayat parçacığı sunmayacaksa niye önemseyelim, Yol ayrımındaki küçük sütunlu şapelin minik ışığı, içinde hayal barındırmıyorsa neden hüzünlendirsin? Ve hayaller ona, bizi edecek kıza yönelmiyorsa nedir ?
Buzzati, aşkın ve şiirin gücünü ve bir anlamda varoluş sebebini de; toplumsal sınıfların yarattığı ilişkilerle beraber özellikle doğa ve insan tabiatıyla ilişkili bir tanım da yapar;
Peki ya şiirin evrensel manası ? Nasıl oluyor da sevilen kadına döktürülen satırlarda bu kadar çok manzara, orman, bahçe, kumsal, nehir, ağaç gündoğumu yer alıyor? Nasıl oluyor da şairler herkesten daha çok kader ile doğa ilişkisini kurabiliyorlar. Kadim kuleler, bulutlar, şelaleler, gizemli kabirler, kayalara vuran dalgaların hıçkırığı, dalların fırtınaya boyun bükmesi, ikindi vakitlerinde derelerin yalnızlığı, bütün bunlar tam olarak ona, bizi küle döndürecek olan kadına göndermedir. Dünyanın her şeyi, türünün devamını sürdürmek için dünyanın öteki şeyleriyle bilge bir bütünleşmeyle bir araya gelir.
Hayatı ve aşkı toplumsal çelişkilerin yarattığı bocalamalarla anlatan kuşkular, şüpheler ve sorularla dolu bir kitap ve bir o kadar da ulaşılmaya çalışılan gerçek bir sevginin, sevgilinin mücadelesi; “Bir Aşk” romanı…

Doğan Sevimbike

8 Ekim 2016 Cumartesi

ŞİLİ'DE GİZLİCE: Gabriel Garica Marquez'in Anlatımıyla Miguel Littin'in Serüveni





Ülkemde yenilgiye uğrayan
Kara kaptan,
Gururlu kanatların
Son dalganın, ölüm dalgasının
Üstünde  süzülsün.

Pablo Neruda,
“Gezgin Albatrosa Övgü”


 11 Eylül 1973 tarihinde sosyalist başkan Salvador Allende’nin amerikancı bir darbeyle devrilip General Pinochet’in  iktidara gelmesiyle 15 yıl sürecek olan diktatörlük rejimi başlar. Miguel Littin ise darbeden sonra Avrupa’ya kaçan bir yönetmen. Şili’deki diktatörlüğü tüm dünyaya anlatmak için doğup büyüdüğü ve terk etmek zorunda kaldığı toprakara 12 yıl sonra sahte bir kimlikle yönetmen olarak geri döner.

  Miguel Littin 1984 yılında kendi tabiriyle işsiz güçsüz olduğu bir dönemde aklına Şili’yle ilgili bir film yapmak gelir. General Pinochet’i küçültmek ve onun yarattığı diktatörlüğe sinemanın gücünü göstermektir kafasında kurguladığı hayal. Dostlarına bu fikri açar olumlu yanıtlar alır ve destekler görür. İtalyan yapımcı Luciano Balducci onu Şili direniş örgütünden üst düzey biriyle tanıştırması ile Paris’in cıvıl cıvıl bir kahvesinde heyecanla yapılan sohbette herşey en ince ayrıntısına kadar planlanır. Miguel Littin gerçekleştireceği fantaziyi tüm ayrıntılarına kadar konuşurlar. İlk olarak Ülkeye yasal yollardan giren üç film ekibini yönetmek ve onların ülkeye girişlerini sağlamak olacaktır. Bu üç film ekibi birbirlerinden haberdar olmayacak ve her birinin başında siyasal birikime sahip hangi amaçla orada olduklarını bilen ekip başları olacaktır. Miguel dışında da kimseyi tanımayacaklar ve hepsi Şili’nin çeşitli bölgelerinde farklı konularda belgesel-film çekmek üzere izinlerle gelmiş olacaklar.

   Sahte bir kimlikle Urguaylı bir iş adamı olarak yeni bir eşle birlikte, İtalyan, Fransız ve çeşitli kimliklerden Hollanda pasaportu taşıyan bu üç film ekibiyle ayrı ayrı bölgelerde çalışmalar yapar Miguel Littin. Şili’deki gizli direniş örgütleri de kendisine orada bulunduğu sürede yardım ederler. Latin Amerika’nın en sıradışı ülkelerinden biri olan Şili’nin sokaklarında Pinochet iktidarı boyunca halkın yaşadıkları sorunları da gözler önüne serer ve belgeler. Serüven boyunca Şili ve Şili tarihi hakkında bir çok şey de öğreniyoruz. Şili ölçeğinde bir devrimci  ve sanat dolu şiirsel bir latin Amerika ruhunu da gösteriyor bize anlatı. Kitapta Salvador Allende, Pablo Neruda ve Violeta Parra gibi Şili’nin asla ölmeyen ölülerine yer veriliyor onların büyüklüğü altında ezilen Pinochet yönetimi ve Şili’yi Şili yapanlar...


        The Metropolitan Cathedral of Santiago - Plaza de Armas / Şili

Kitaptan

  Gazetemi okumak için bir banka oturdum, ama satırların üzerinde dolaşan gözlerim hiçbir şey görmüyordu. O parlak sonbahar sabahında oracıkta otururken öylesine yoğun duygular içindeydim ki dikkatimi toplayamıyordum.  Birden saat on ikide patlayan topun gümbürtüsü duyuldu, güvercinler korkuyla kaçıştılar, Violeta Parra’nın en duygulu şarkısı olan Gracias a la Vida’nın notaları katedralin çanlarından döküldü. Dayanılacak gibi değildi. Violeta’yı onun o sarsılmaz onurunu düşündüm, kim bilir kaç kez Paris’te aç ve evsiz barksız kaldığı geldi aklıma. Bu yönetim onu hep dışlamıştı, şarkılarını umursamamış, başkaldırıcılığıyla alay etmişti. Violeta’nın şarkılarındaki güzelliği, o şarkılarındaki derin insancıl gerçekleri Şili’nin, tarihi boyunca gördüğü en kanlı ölümlere tanık olması ve Violeta Parra’nın kendini öldürmesi gerekecekti. Carabinero’lar bile onun şarkılarını hayranlıkla dinliyorlardı, ama onun kim olduğu, ne düşündüğü ya da neden bu şarkıları söylediği konusunda en ufak bir şey bilmiyorlardı.



  Türkiye, Violeta Parra ile belki de 1976 yılında Behice Boran’ın Genel Başkanı olduğu Türkiye İşçi Partisi’nin düzenlediği “Şili Halkıyla Dayanışma Gecesi” etkinliğinde,  Parra’nın çocukları olan Isabel ve Angel Parra’nın şarkılarıyla tanıştı. Aynı zamanda Şili Sosyalist Partisi üyesi olan Violeta Parra; Victor Jara, İnti İllimani gibi sanatçıların içinde yer aldığı yeni şarkı ( la nueva cancion – Şili özgün müziği) akımının da öncülerindendir.

  







   Diktatör bir rejim altında sahte bir kimlikle sahte bir çekim politikasıyla devletin araçlarını da kullanır yönetmen. Pinochet’in askerleri ile sohbetler devlet daireleri vs. Pinochet’in sarayında bile çekim yapar. Film çekimi tüm kitap-anlatı boyunca gizli bir örgütlenmenin de hikayesi. Sinemanın örgütlenmesi. Sanatın baskıya rağmen yeşermesi gerçeği. Gabriel Garcia Marquez, Miguel Littin ile yaptığı 600 sayfayı bulan röportajından çıkardığı bu ustaca anlatısıyla, bizi darbe dönemi Şili sokaklarına götürüyor. Miquel Littin’in anlatımları, anıları Marquez’in büyülü dünyası ile birleşince ortaya sürükleyici bir eser çıkmış. Sinema okuyanlar için temel bir kitap diyebilirim. Hatta Sosyal Bilimler okuyanların mutlaka alıp okuması gereken bir kitap. Sanat, siyaset, tarih okurken  Marquez’in dili ve Latin Amerika’nın devrimci romantik ruhunu hissedebiliyorsunuz. Keyifle okunuyor ara vermeden soluksuz okudum diyebilirim.

   Bu tarz kitaplar konusu, anlatım tarzı ve haykırışları sebebiyle 12 Eylül darbesi görmüş bizim gibi ülkelerin karşılaştırmasını yapmak için çok ideal bir politik-sanatsal ve kuramsal ufuk ve çerçeve oluşturuyor. Lakin üniversitelerde yazılan tezler araştırmalar, ödenek ayrılan burs verilen araştırma konuları malesef bu dediğimden çok uzak. Var olanlar da kendi çabası üzerinden birşeyler yaratıyor ama kurumsal bir yaratım kabiliyeti yok dolasıyla devamlılığı da yok. “Dünya iyi insanların yüzü suyu hürmetine dönüyor” derler ya Türkiye’de de 12 Eylül 1980 darbesinden den bu yana iyi-mücadeleci üretken insanların yüzü suyu hürmetine ayakta “kalıyor” kalabiliyorsa. 12 Eylül darbesi işkenceler, idamlar, fişlemeler ülkenin aydınlık ufkunun yok edilmesi, ama 12 Eylül’de Türkiye’de Gizlice yapılanlar; çok hikayeler öyküler var yaşanmışlıklar var. Romanlaştırıldı mı ?. Edebiyatla bir yol alındı mı ?.  Pek zannetmiyorum 12 Eylül sonrası yada 12 Eylül edebiyatı var mı ?  Adalet Ağaoğlu, Mehmet Eroğlu, Ahmet Altan’lar, Latife Tekin, Oya Baydar vs.. bugün neredeler ? siyasi söylemleri durdukları yer malumumuz(?) yetmez ama evetçilike yada cemate bulaşmış durumları görüyoruz izliyoruz. Şöyle bir baktığımızda aslında bir 12 Eylül ürünüdürler de.  Elbette iyi yazarlarımız var fakat benim kastettiğim dünyaca okunan Türkiye’deki siyasi gerçekleri edebiyat dili ile dünyaya taşıyan bir literatürümüzün olmaması.  Bu şuna bağlı: Akademi dünyası, hergün maruz bırakıldığımız suni ve önemli gösterilen değersiz gündemler..  çoraklaştırılan dilimiz kavram dünyamız ve edebiyat sanat gücümüz.. Hepsi birbiriyle bağlı bağlantılı olmak zorunda da. Bir ara da bu konuyu genişçe değerlendirmeye çalışacağım.
                                                                                                                                                        
                                                                                                                                      Doğan Sevimbike 

Violeta Parra’nın Şarkısı ile bitirelim; “Gracias La Vida”
 



Teşekkürler Hayat

Teşekkürler hayat, bana çok şey verdin
Bana iki göz verdin ki onları açtığımda
Kusursuzca ayırdedebiliyorum, siyahı beyazdan
Ve yukardaki göğün yıldızlı zeminini,
Ve kalabalıkların içinden sevdiğimi.

Bağışlayan hayat, Teşekkür ederim.
Bana verdiğin kulaklar tüm boyutlarıyla,
Kaydediyor- gece gündüz- cırcır böceklerini ve kanaryaları,
Çekiçlerin, türbinlerin, tuğlaların ve fırtınaların,
Ve sevgilimin şefkatli sesini.

Teşekkürler hayat, bana çok şey verdin.
Bana sesi ve alfabeyi verdin.
Ve o sözlerle istediğimi söyleyebiliyorum;
kim ‘anne’, ‘dost’, ‘kardeş’ ve nedir parlayan bir ışık,
Ve aşkın ruhun kökünden geldiğini.

Teşekkürler hayat, bana çok şey veren,
Yorgun ayaklarımla yürüyebilme yetisini de verdi bana.
Onarla şehirleri ve su birikintilerini teptim
Vadiler ve çöller, dağlar ve ovalar.
Ve senin evini, senin sokağını ve senin avlunu.

Teşekkürler hayat, bana çok şey veren
Bana bir kalp verdi; tüm bedenimi ürperten,
İnsan aklının meyvesini gördüğümde,
İyinin kötüden ne kadar uzak olduğunu,
Senin gözlerinin berraklığıyla...

Teşekkürler hayat, bana çok şey veren
Bana kahkahayı ve hasreti verdi.
Onlarla mutluluk ve acıyı ayırediyorum.
Şarkılarımı yapan.
Ve senin şarkını da çünkü aynı şarkımız.

Ve herkesin şarkısı; benim asıl şarkım.

NOBEL'E Alternatif HUGO CHAVEZ BARIŞ ÖDÜLÜ



  Geçtiğimiz gün Rusya, Venezuela'ya hediye olarak bir Hugo Chavez heykeli yaptı. Rus sanatçı Sergei Kazantsev tarafından yapılan heykelin açılışı sonrasında Venezuela Devlet Başkanı Nicholas Maduro, Nobel Barış Ödülü'ne alternatif olarak "Hugo Chavez Barış ve Halkların Egemenliği Ödülü" vermeye başlayacaklarını duyurdu. İlk olarak da ödülü Rusya Devlet Başkanı Putin'e vereceklerini dile getirdi. Putin'e barış ödülü verilmesi dünya halklarının barışı için pek birşey ifade etmez kanımca Nobel Barış Ödülü'nü Kolombiya Devlet Başkanına verilmesi tipik bir batı politikasıdır. Nobel'in FARC'a verilmesi zaten olası değil. Peki ya Küba'ya ? Barış ve Halklarının Egemenliğinin bugün en sembolik ülkesidir Küba. Küba Devlet Başkanı Raul Castro'ya özellikle Kolombiya ve FARC arasındaki arabulucu rolü ile üstlendiği başarılı politikasıyla Barış ödülünü hak ediyor. Dünyada barıştan, insan haklarından ve insanlığın kurtuluşuna dair daha güzel bir gelecek sunan, sunmaya gayret eden Küba'ya Barış ödülü verilebilmesi için Batı'ya alternatif ödüller yaratmak da gerekiyor. "Hugo Chavez Barış ve Halkların Egemenliği Ödülü" böyle bir şey alternatif yol yaratır mı bilinmez ama "Barış" kelimesini tekeline almış batıya karşı insanlık için umutlu ve güzel gelişmelere gebe olacağını düşünüyorum.

Doğan Sevimbike

7 Ekim 2016 Cuma

Edebiyat, Şiir, Nobel, "En Uzağından Unutuşun" ve Paris




Patrick Modiano'ya geçmeden evvel Nobel Üzerine


 13 Ekim tarihinde açıklanacak olan Nobel Edebiyat Ödülü için Haruki Murakami ve Suriye’li Şair Adonis ( Ali Ahmet Sait Eşber ) en yakın iki aday olarak gösteriliyor. Listede Kenya’dan Afrikalı romancı Nhuhi Wa Thiong’o, “Ölü Ordunun Generali, Kosova’ya Üç Ağıt” gibi Türkçe’de bir çok kitabı çevrilmiş olan Balkan edebiyatının güçlü kalemi Arnavut yazar İsmail Kadare ve yakın zamanda çevrilen “Yarın Savaşta Beni Düşün”‘ün yazarı İspanyol romancı Javier Marias.  Nhuhi Wa Thiong’o ‘nun dilimizde “Aradaki Nehir” ve “Bir Buğday Tanesi” adlı iki kitabı mevcut. (Geçtiğimiz Temmuz-Ağustos ayında çıkan Kitap-lık dergisinin 186. sayısında da Afrika Edebiyatının enine boyuna analizi ve Nhui Wa Thiong’o’nun “Dönüş” adlı öykü çevirisi mevcut ) Haruki Murakami ise ülkemizde gittikçe artan bir okur kitlesne sahip ve epeydir Nobel’i hak eden de bir yazar. 2005’te Man Booker Uluslararası Ödülünü kazanmış 80 yaşına gelmiş İsmail Kadare de öyle. İspanyol romancı Javier Marias ise 2012’de İspanya Kültür Bakanlığı tarafından verilen Narrativa Edebiyat Ödülü’ne Los Enamoramientos (Aşıklar) romanıyla aday gösterilmiş ve kazanmıştı. Fakat İspanya hükümetinin halk kütüphanelerine yeterince ödenek ayırmadığını eleştirerek ödülün halk kütüphanelerini desteklemek için kullanılması gerektiğini söyledi ve geri çevirdi. Nobel’e adaylık konusunda birbirinden nitelikli ve değerli yazarlar gösteriliyor, şüphesiz hepsi çok iyi eserler yaratmış edebiyatçılar.
  
  Bu yazıyı yazarken; Kolombiya başbakanı Juan Manuel Santos’a Nobel Barış Ödülü verildiğini öğrendim. Kolombiya’da Hükümet ve  FARC arasında 50 yıldır süren bir çatışma var. Gabriel Garcia Marquez’in doğup büyüdüğü Büyülüğü Gerçekçiliğin ülkesi Kolombiya...  
Geçtiğimiz hafta yaklaşık 60 bin oy farkı ile referandumdan hayır çıkması sonucu iki taraf arasında yapılacak barış anlaşması reddedildi. Nobel’i siyasi anlamda tartışmalı bir ödül olarak görsem de ödülün Kolombiya’ya verilmesi yerinde olmuş. Başta Türkiye gibi çatışmalarla terörle darbelerle anılan ve boğuşan ülkelere örnek olabileceği kanısındayım. Aziz Sancar’ın Kristal Elma Festivali’nde yaptığı çağrı çok değerli; “Hayatımda Nobel dahil bütün bilimsel başarılarımı, herşeyimi Türkiye’deki barış için verirdim. Barışı sağlamanın bir yolu olsaydı yapardım, eğer onu başarabilseydim Nobel’den de vazgeçerdim. Nobel’i vermeye hazırım yeter ki ülkeme barış gelsin. Kafamı yoran  üzen hep bu olmuştur.” Atılan adımlar önemlidir örnek teşkil eder. Barış anlaşmasının reddedilmesi ama barış ödülünü kazanan olması; Marquez gibi büyük biri yazarı yetiştirmiş Kolombiya için büyük bir adımdır. Umarım ülkemizde de Nobel Ödüllü Bilim insanımız Aziz Sancar’ın bu kaygısını taşıyan insanların sayısı artar ve bu kaotik durumdan kurtulmanın gerçek ve hissedilir adımlarını görürüz. Bu arada yakın zamanda kaybettiğimiz Tarık Akan’ın cenazesine gidememenin üzüntüsünü yaşıyorum. Televizyondan anma törenini izlerken özellikle Rutkay Aziz’in konuşması beni çok etkiledi. İşte gerçek ve hissedilir bir konuşma dedim ! devrimci ve aydınlanmadan ve emekten yana !
Uzatmayayım; hüzün ve umut bir bir aradaydı o gün birşey değişecekse oradan çıkacak.


  Anlaşmalar-barışlar, savaşlar-çatışmalar... dünyanın bütün büyük güçlerinin satranç taşları gibi oynadığı ortadoğu halkları dünyada barışa en acil ihtiyacı olan coğrafyadır. Bugün dünyanın tek ihtiyacı barış. Kolombiya’daki siyasi süreç ve barış için atılan adımlar, Nobel Ödülü ile nasıl ki bir sembol olarak gösteriliyorsa, aynı sembolik durum Suriye için neden olmasın ? Edebiyat burada gücünü hissetiremeyecekse ne işe yarar ? Hazır Nobel Barış Ödülü Kolombiya başbakanına verilmişken, Nobel Edebiyat Ödülü de Suriye’nin Lazkiye yakınlarındaki bir dağ köyünde doğmuş olan Şair Adonis’e verilse ne harika olur!. Savaşların coğrafyası az da olsa şiirle edebiyatla anılsın bir süreliğine.. Belki bir kuşağı dogmalardan bağnazlıktan kurtarabilir değiştirebiliriz. Aklın ve barışın yolunda edebiyatla şiirle yürümesini sağlayabiliriz.


Adonis’in Barış şiirinde dediği gibi;

Barış

çölün yalnızlığında ilerleyen yüzlere
ot ve ateş giyinmiş Doğu'ya

denizin yıkadığı toprağa
ve onun sevdasına barış

yağmurlarını verdi bana baş döndürücü çıplaklığın
kendini bana adıyor yıldırım
benim bağrımda olgunlaştı zaman
bak işte Doğu'nun parıltısı kanım
su çeker gibi çek beni ve yok ol
yitir beni yankısı ve şimşeği var oylukların
su çeker gibi çek beni gövdemle örtün
nirengidir ateşim ve yıldızdır
yön yaramdır benim
heceliyorum
bir yıldızı heceliyorum resmini çiziyorum
kaçaktır yurdumda yurdum
heceliyorum onun çizdiği yıldızı
yenik günlerinin ayak izlerinde

ey sözün külü
gecende bir çocuğu daha var mı tarihimin? 




"Kan Kırmızı Sergi"
Fotoğraf: Birgün
 Adonis’ten bahsetmişken yakın zamanda açılacak sergiden de bahsedeyim; Şair Adonis ile ressam Habip Aydoğdu’nun yaratımlarıyla şiir ve rengi bir araya getiren “Kan Kırmızı” sergi 26 Ekim- 25 Aralık İzmir Folkart Gallery’de sanatseverlerle buluşacak.










2014 Nobel Ödüllü Patrick Modiano


Paris anılarının esiri olmuş bir yazar: Patrick Modiano 

  2016 Nobel Edebiyat Ödülü'nün kime verileceğinin açıklanmasına yakın şu günlerde, 2014’de Nobel’i kazanmış romancı Patrick Modiano’nun “En Uzağından Unutuşun” adlı kitabını okudum.  Modiano’nun dilimize çevrilmiş “Yıkıntı Çiçekleri”, “Bir Gençlik”, ve “En Uzağından Unutuşun”, “Kötü Bir İlkhabar” ve “Bir Sirk Geçiyor” adlı kitapları mevcut. Fakat ne yazık ki bir çoğunun baskısı tükenmiş. Madiano her kitabında aynı şeyleri anlattığı için eleştirilmiş Guardian’da okuduğum bir makalede “Paris anılarının esiri olmuş yazar” diye söz ediyordu. Paris’in işgal yılları, anılar, kimlik, kayıplar ve gençlik onun romanlarının başlıca unsurları.

  1945'te Paris’in işgal yıllarında İtalyan göçmeni Yahudi bir baba ve Belçikalı tiyatrocu bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Lisede hocası olan Fransız yazar Raymond Queneau sayesinde edebiyat çevreleri ile de tanıştı. Ünlü Paris 68’nin yaşandığı yıllarda; İlk romanı “La Place de l’Etoile”i (Yıldızın Yeri)  1968 yılında yayımlandı. İsveç Akademisi daimi sekreteri Peter Englund ise Modiano’yu “çağımızın Marcel Proust’u” olarak nitelemiş. Pek iddiali bir cümle. Proust gibi bir yazarla kıyaslayabilmek popüler kültürün etkisiyle söylenmiş olabilir diyorum. Ama yinede tüm kitaplarını bulup okumadan kesin bir şey diyemem elbette.

En Uzağından Unutuşun

Kitaptan:

“Günübirlik yaşayan yoksul, sevecen bir genç adam, yavaş yavaş neredeyse kendiğilinden kurulan ama hiçbir zaman sonu belli olmayan dostluk ve aşk ilişkileri, kısa süren sevinçler, kolay kolay dışa vurulamayan kuşkular ve acılar... Patrick Modiano alabildiğine yalın ama aynı ölçüde duyarlı ve şiirsel bir dil kullanarak okuru yarattığı dünyanın içine çekiyor.


  Modiano, sade dili ve yalın anlamıtıyla bizleri Paris sokaklarına götürüyor. Aynı zamanda Tahsin Yücel’in usta çevirisiyle de bir türkçe şöleni. Gerard Van Bever, Jacqueline arasında geçen dostluk ve aşk, Dante Kafe’de yaptıkları sohbetler, aralarına giren insanlar yeni dostlar ve Londra’da eski püskü bir otel. Hyde Park’taki yürüyüşler yeni dostlar ve ayrılık. Yıllar sonra Paris sokaklarında yürürken bir ev partisinde Van Bever’in Jacqueline’ı bulmasıyla kuşkuların da belki son bulması. Ama Jacqueline, Van Bever’in dünyasında kentin istasyonlarında kafelerinde sokaklarında ışıkları altında bütün bir sis içinde beklenen, aranan bir sonsuzluk yada bir unutuş. Değişen hayatlar, yarım kalmış yada kısa süreli ilişkiler ve Paris sokakları...
                                                                                                                                                                                                                                                                                                 
Patrick Modiano Fransız şair Stefan George’un yapıtından esinlenerek yazmış romanını.

Stefan George’dan bir şiir; romanı da anımsatıyor biraz.

Sessiz Şehir

Bir şehir vadinin içinde
Solgun bir gün geçip gitmede
Ne yıldız, ne de ay, çok geçmeden
Gece belirecek gök ülkesinde.

Sisler inet bütün dağlardan
Uyuyan şehrin üstüne
Ne bir ev, ne bir dam, ne de bir çatı
Ne bir ses yükselir dumanlardan
Ne köprü belirir, ne kule

Gene de yolcu korkuya düşünce
Küçüçük bir ışık parıldar derinde
Dumanlar içinden, sisler içinden
Bir övgü şarkısı yükselir göğe
Bir çocuk ağzından.




                                                                                                                                 Doğan Sevimbike