20 Aralık 2016 Salı

Aziz Nesin'e saygıyla...


Aziz Nesin Gebze'de Çamlık Park





Aziz Nesin Olunmalı...


 Geçtiğimiz yıl Aziz Nesin 100 yaşında etkinlileri kapsamında Nesin Vakfı'nın düzenlediği "Ömrüne Sığmayan Adam Aziz Nesin 1915-2015" sergisine katılmıştım. Çocukluğumdan beri Aziz Nesin'i bilirim okurum ve onun gözünden Türkiye'yi ve dünyayı anlamaya çalışırım.

   Umarım geçtiğimiz yıl İstanbul'da yapılan bu sergi Anadolu'nun tüm illerine yayılır; evet Aziz Nesin zaten bir çağdaş Nasreddin Hoca olarak aslında Anadolu'nun bir çok yerinde yaşıyor, AzizNesinlik olaylar dediğimiz gülünç ama acı gerçeklerle her gün karşılaşıyoruz.  Mizahın ve Aziz Nesin'in gücü buradan gelir. Çünkü o memleketinin belki de en büyük toplumsal gözlemcisiydi, halkı ve ülkesi için yazdı, mücadele etti. Bu yüzden halkı onu sevdi, değer verdi. Okurlarıyla büyüdü, büyük bir yazarın büyük bir yazar olmasını sağlayan da bu olsa gerek. Nazım Hikmet'ten sonra eseleri başka dillere en çok çevrilen ikinci isim oldu. Aziz Nesin, bize aydın sorumluluğunun ne olduğunu gösterdi. Saygıyla ve minnetle anıyorum.

Aziz Nesin hakkında çok şey yazıldı çizildi. Ben ise sadece yaşadığım yerle ilgili bir Aziz Nesin anısı-hikayesi anlatacağım;



Aziz Nesin Gebze'de, Gebzeli aydın ve şairlerle

Özyaşamöyküsünü anlattığı "Böyle Gelmiş Böyle Gitmez" - II Yokuşun Başı kitabından;


Gegbuze'nin Balçık Köyü 

  Galip Amcamı görmeyeli en çok iki yıl olmuştu.
Ama insana, çocukluğundaki yerler, boyutlar çok büyük zamanlar da çok uzun geldiğinden sanki Galip Amcamı görmeyeli yüz yıl geçmiş gibiydi.

  Tatil Günlerimi Balçık köyünde Galip Amcamın yanında geçirecektim. Tiren yolculuğunu hiç anımsamıyorum. Belleğimden bütünüyle silinmiş olan o yolculuk anısından yalnız bir istasyon levhası şimdi bile gözümün önünde. Beyaz zemin üzerinde siyah boyayla yazılmış Gebze istasyonun levhasıydı. Arap harfleriyle, kuyrukları uzatılmış yanyana iki gef harfiyle "Gegbuze" yazılmıştı. Arap harfleriyle Gegbuze yazılıp Gebze okunduğunu o zaman öğrenmiştim. Belki Gebze'nin eski adı Gegbuze'ydi. 
   
 Gebze istasyonundan Gebze'ye işleyen faytonlar vardı. Ama biz Gebze'ye yayan gitmiştik. Gebze'den Balçık köyüne taşıt yoktu. Sıcak bir günde Balçık köyüne dek yürümüştüm. Her adım atışta, tozuyan yollarda ayaklarım yumuşacık tozlara gömülüyordu. 
Köye mezarlıktan giriliyor. Köyün ortasında, minaresi çoktan yıkılmış yarı yıkık bir cami var, camiye yıllardır girilmediği belli. Ben o köyde kaldığım sürece ne camide namaz kılınmış, ne ezan okunmuştu. Caminin bitişiğindeki iki odalı eski ev onundu. Odalardan birinde Galip Amcam yaşıyor. Büyük olan öbür oda da derslik. İçinde bikaç eski tahta sıra...
Heryer kalın toz tabakası altında. Galip Amcamın tek pencereli odasında, bir kerevet üstünde kirli yatağı seriliydi. Biz bu yatakta Galip Amcamla birlikte yatacaktık. Tek pencerenin raf gibi kullanılan oyuğu kitaplarla doluydu. 

  Balçık benim ilk gördüğüm köydü. Galip Amcamı görmediğim o iki yıl içinde yirmi yıl birden yaşlanmış, çökmüş buldum. Artk neşesini de umudunu da yitirmişti. Taşlamalar yazmaya başlamıştı.


Gebze'nin pazarı olan günler Galip Amcamla bir iki kez Gebze'ye gittik. O büyük caminin yakınında bir yerde kebap yemiştik. Gölgesi geniş bir çınarın altında alçak ayaklı hasır iskemlelere oturmuş, çaylar içmiştik. Galip Amcamın çevresinde tanıdığı Gebzeli aydınlar vardı. Bunlardan birinin Gebze mahkemelerinden birinde zabit katibi bir derviş olduğunu anımsıyorum. İçlerinden biri de ya şairdi yada ezberinde çok şiir olan birisiydi. Galip Amcam, çok ucuz cep defterini çıkardı cebinden... Defterdeki şiirlerini okudu.

Galip Amcamdan her nasılsa bana kalmış bikaç defter vardır. Şimdi o defterleri karıştırıyorum; onlarda kırkbeş yıl önce Gebze'deki çınar altında arkadaşlarına okuduğu manzumelerden kimisini buluyorum:


Ey dilemlerin sultanı
Tecelli kıl teselli kıl

İnayet olmasa senden
Kurtaran yok beni benden
Ey efendim bu bedenden
Tecelli kıl teselli kıl.

Çevirmişim gözüm sana
Gayre bakmam özüm sana
Nerde olsam yüzüm sana
Tecelli kıl teselli kıl

Her işim isyan ve hata
Gitti ömrüm va hasreta
Merhametin eyle ata

Tecelli kıl teselli kıl
Encam-ı alem ölümdür
Rıza-yı pakin yolumdur
Galip Nihani kulundur
Tecelli kıl teselli kıl

Manzumelerinde Galip Nihani adını kullanırdı: Nihan : Gizli
Bu manzumenin altında 4/5 Teşrinevvel 340 yazılı.

Galip Amcamın ordaki arkadaşları içinde şairler de vardı. Onlardan biri ya "işreti" mahlasıyla şiirler yazıyor yada İşreti mahlaslı birinin şiirini okuyordu. Galip Amcam o şiiri çok beğendiği için hemen orda cep defterine yazmıştı.

Bende kalan o defterden, İşreti'nin şiirini buraya aktarıyorum:


Sanma aşk ehlini mevtle güzar eylediler
Hicre sabreylemeyip terk-i diyar eylediler.

Soyunup tac-ü kabayı bürünüp bir kefene
Hil'at-i ariyeti giymeye ar eylediler.
Dediler görmeyelim tek ol rakibin yüzünü
Bindiler mahmel-i tabuta firar eylediler.

Arkası üzre yatıp ehl-i kubur etti huzur.
Derd ü mihnetle seni İşreti zar eylediler.

Galip Amcamın köy öğretmenliğinden aylığı onbeş-onaltı lira bişeydi, kesinlikle yirmi liradan azdı. En büyük üzüntüsü "Valide, valide..." diye sözünü ettiği Gerede'nin bir köyündeki annesinden uzak kalışı, annesini yanına getiremeyişi, ona para gönderemeyişiydi. Düzgünce elbisesi, hediye alacak parası da olmadığı için yıllar yılı yaşlı annesini görmeye de gidemiyordu.

--------


Aziz Nesin tekrar Gebze'de, ve gene Gebze'li aydın ve şairlerle

"Gebze'nin pazarı olan günler Galip Amcamla bir iki kez Gebze'ye gittik. O büyük caminin yakınında bir yerde kebap yemiştik. Gölgesi geniş bir çınarın altında alçak ayaklı hasır iskemlelere oturmuş, çaylar içmiştik." 

   Aziz Nesin'in "o büyük cami" dediği bugünkü Çoban Mustafa Paşa Cami'dir. Aziz Nesin yıllar sonra 14 temmuz 1991'de tekrar o caminin yakınındaki ağaçların altında bu sefer okurlarına kitaplarını imzalamaya gelir. 



Aziz Nesin - Akgün Akova Gebze Çamlık Park
Fotoğraflar: Ertuğrul Sevimbike

Aziz Nesin bu hayata veda etmeden evvel bıraktığı son şiiri, belki de son sözleriyle... 
"Son İstek" olarak bizlere seslendi. 

Son İstek
  
Bitki olacaksam 
Çayır çimen olayım 
Aman baldıran değil 

Yol altında kalacaksam 
Gelin arabaları geçsin üstümden 
Çelik paletler değil 

Üstümde çocuklar koşuşsun 
Ne kaçan ne kovalayan 
Askerler değil 

Kerpiç yapacaksanız beni 
Okullarda kullanın 
Cezaevlerinde değil 

Soluğum tükenmez de kalırsa 
Islık öttürsünler 
Aman ha düdük değil 

Kalem yapın beni kalem  
Şiirler yazan sevi üstüne 
Ölüm kararı değil 

Ölünce yaşamalıyım defne yapraklarında 
Sakın ola ki 
Silahlarla değil

                          Aziz Nesin

4 Aralık 2016 Pazar

Geçmişini Unutma "Dont Forget Your Past"



                                              "Dont Forget Your Past"                                                    


"Bulgaristan Tarihini yok saydı.
Bulgaristan Parlamentosu,ülkenin sosyalist geçmişini ,faşizme karşı verilen partizan mücadelesini ve komünist ideolojiyi suç kabul eden bir yasayı kabul etti. Yasaya göre komünist ideolojiyi ülkenin sosyalist dönemini ve devrimden önceki partizan mücadelesi dönemini çağrıştıran herhangi bir slogan sembol ve işaretin kamusal alanda kullanılması kesin olarak yasaklanıyor"

Birgün 2 Aralık 2016

Bulgar Komünist Partisi Meclisi, Buzludzha Dağı, 1981,
Kapısında daha sonradan yazılan; "Forget Your Past" geçmişini unut


Bulgaristan Parlementosu'nda kabul edilen yasa, Bulgaristan'ın tarihi yok saymasıdır, Bilindiği gibi Bulgaristan AB üyesidir; Yıllarca Yugoslavya'ya balkanlarda bir federasyon kurulmaz diyen Avrupa'nın finans-kapital ulusları balkanlardaki ırkçılığı-şovenliği körükleyerek el birliği ile Yugoslavya'yı yıkmışlardır. Daha sonra kendileri AB adı altında bir "federasyon" kurdular. Kademeli olarak ekonomik ve siyasi aşamalardan geçen Avrupa Birliği zaten bir federasyon gibi hareket etmekte. Birlik,Federasyon,Birleşik vs kelimeler farklı olsa da öz-amaç aynı... Yugoslavya Avrupa'nın göbeğinde ve balkanlarda sömürüsüz ve adil bir dünyanın mümkün olabileceğini hatırlattı insanları bu yola bakmaya davet etti. Tartışmasız Yugoslavya Tito'dur, Tito da Yugoslavya'dır. Tito balkan halklarının geleceğe bakışının lideridir, öncüsüdür.. Peki Balkan ülkeleri bunun ne kadar farkındadır ? Yugoslavya yıkıldı yıktılar ama Tito'yu hafızalardan silmeyi başaramadılar. Bugün özlenen değerler içinde hatırlanan saygı gören bir liderdir Tito kuşkusuz..

Peki ya Bulgaristan ?

Bir zamanlar en çok okunan kitaplardan biri olan "Faşizme Karşı Birleşik Cephe"nin yazarı, Bulgaristan'ın ilk başbakanı, Nazilere karşı mücadele veren, ve Reichstag yangınından sorumlu tutulup yargılanan Georgi Dimitrov'u nasıl tarihlerinden silecekler ?, Bütün bir Bulgaristan'ın tarihi kuruluşu aynı zamanda Nazilere faşizme karşı mücadeleyle birdir. İnsanlığa karşı olanlara karşı İnsanlık için sömürüsüz, eşit ve adil bir dünyanın yaratılması mücadelesi. Avrupa'nın yarattığı Nazi faşizmi günümüz AB hegemonyası tarafından hafızalardan-tarihten silinmek unutturulmak isteniyor, Bu elbette ki Berlin'in göbeğinde yapılmıyor yapılamaz da. Ama rahatlıkla; ekonomik siyasi gücün yaptırımları ile Balkanlar'dan Yugoslavya'nın silinmesi, Ukrayna'da Lenin heykelinin yıkılması.. vb Bulgaristan parlemantosundaki bu komik-etkisiz yasayla da silinmeye çalışılıyor diğerleri gibi..
Tarih, toplumların edebiyatında, şiirlerinde, öykülerinde yaşar yücelir ve geleceğe bir anlam yollar...

Küba Büyükelçisi Alberto Gonzalez Casals, Kadıköy Nazım Kültür Merkezi'nde Fidel Castro'yu anmak etkinliğinde şöyle dedi;

Fidel aynı zmanda Atatürk'ün bağımsızlıkçı düşüncesini örnek aldı. O yüzden de Atatürk'ün büstü Havana'da dikildi. Fidel vatandır, Nazım gibi, Atatürk gibi. Bizler vatanımıza sahip çıkıyoruz, kanımız pahasına bunu yapmaya kararlıyız"

Konuşmasını şöyle bitirdi;
"Yaşasın Fidel! Yaşasın Atatürk!, Yaşasın Küba Devrimi!"


Casals'ın kendi ülkesinden çok uzakta bir başka memleketin halkına tarihine sahip çıkabilmesi; dünyanın öbür ucu da olsa anti-emperyalizme ve faşizme karşı birleşik cepheler ortak öyküler hep vardır var olacak..

Dünyanın neresinde faşizme karşı bir mücadele varsa; orada Georgi Dimitrov var, orada faşizme karşı savaşında kurşuna dizilmeden önce eşine şiir yazan Nikola Vaptsarov'un dizeleri var.

Ve dünyanın neresinde faşizme karşı bir mücadele varsa, orada Bulgaristan tarihinden de var..


Ataol Behramoğlu'nun çevirisiyle Grup Ekin'den Nikola Vapstarov'un ölmeden önce eşine yazdığı şiirin bestesi; hafızalardan silinmesin silemesinler diye Şiirlerimizde şarkılarımızda koskoca bir tarih ve İnsanlık kavgası var..

                                                                                                                                                                                        Doğan Sevimbike


Karıma


Geleceğim bazen uykudayken sen
Beklenmedik, uzak bir konuk gibi
Sokakta bir başıma koyma beni
Kapıyı sürgüleme üstümden.


Usulca girecek, br yere ilişeceğim
Bir zaman, karanlıkta, bakacağım yüzüne.
Ve yorgunluk gözkapaklarımı indirince
seni kucaklayacak ve çıkıp gideceğim.


Nikola Vaptsarov
Çeviri:Atatol Behramoğlu



                                                                                                                                                                             

23 Ekim 2016 Pazar

Borges'in Kusursuz Olarak Nitelediği Roman; Bir Aşk ve Sonsuzluk Devinimi: MOREL’İN BULUŞU



 Arjantin ve dünya edebiyatında "Morel'in Buluşu" ile tanınmaya başlayan yazar, gazeteci, şair ve çevirmen; Adolfo Bioy Casares 1932’de Borges’le tanışır. Ölümüne kadar sıkı bir dostlukları olur. Birlikte fantastik öyküler ve şiirler yazarlar. Casares aynı yıl içinde “Sur” edebiyat dergisinin kurucusu Victoria Ocampo ile de tanışır. 1933’de Buenos Aires Üniversitesine girer fakat daha sonra, edebiyatla yazarlıkla ilgilenmeye başlayınca okulu bırakır. 1940 yılında fantastik-bilimkurgu öğeleri taşıyan “La invencion de Morel”’i (Morel’in Buluşu) yazar. Bu kitabıyla Buenos Aires Belediye Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Ölümünden 8 yıl önce 1991 yılında İspanyol Edebiyatının en prestijli ödülü olan “Miguel de Cervantes Ödülü”’ne layık görülür. 1999 yılında 8 martta 84 yaşında hayata veda eder. Bedeni La Recoleta Cemetery’de yakılır. 




 “Morel’in Buluşu”; ilk baskısı 1990 yılında Gece Yayınları tarafından yapıldı. Zamanla da tarihe karıştı, unutuldu. 2008 yılında ise Jorge Luis Borges’in önsözüyle Helikopter yayınları tarafından tekrar basıldı. 2. Baskısı da 6 yıl sonra 2016’da mart ayında basıldı. Görüldüğü üzere uzun yıl aralıklarıyla basılan çok aranan ve beklenen kitaplardan biridir "Morel'in Buluşu". Kitap 1971 yılında  İtalyan yönetmen Emidio Greco tarafından "L'invenzione di Morrell" adıyla filme uyarlanır. Çekimleri Malta adasında yapılan film Emidio Greco'nun da İtalyan sinemasında tanınmasını sağlar.


Filmin fragmanı:




 Bu kitabı anlatmaya nerden başlamalı yada nasıl anlatmalı bilemiyorum. Kahramanımız dış dünyadan izole edilmiş ve terk edilmiş bir adaya düşer. Bu adada kilise müze ve bir havuz vardır. Terk edilmişlik, havuzdaki ölü balıklar, çürümüş bitkiler, kırık camlar ve yıkık duvarlar. Anlatıcımız yani kahramanımız adayı keşfederken elektrik üreten jeneratörlerin olduğu bir oda bulur. Adada oluşan med ve cezirler (Gel-git) bu jenaratörler sayesinde adanın tümüne elektrik üretir. Motorların çalıştırılmasıyla beraber tüm ada rengarenk ve pırıl pırıl bir görünüme kavuşur. Yıkıntılar ve pislikler gider. Aynı zamanda etrafta dolaşan insanlar da belirir. Bu yansımalardan biri de aşık olduğu Faustin’dir. Onun peşinden her yere gider, diğer insanların konuştuklarını dinler. Adada ne olup bittiğini anlamaya çalışır. Sorular kuşkular yansımalardaki kişilerden bile kıskanır Faustin’i. Yansımalar dünyası onun gerçek dünyası olmuştur artık. Nesnel dünya ile ayırt edemez hale gelmiştir. Kafasındaki puzzle ise yavaş yavaş birleşir. Adadaki radyasyondan dolayı derisinde dökülmeler başlar ölümüne yakın en sonunda Faustin’in içindeki o döngüye kendisini sokar ve sonsuz bir döngüde hiç bitmeyecek bir aşkın yörüngesinde kalır, Hayata veda ederken bir döngünün gel-git'lerinde sonsuz bir aşk içinde yaşamaya devam eder.

Aşk ve sonsuzluk konularını gerçeküstücülük tarzıyla işlemiş bir ada romanı. Karşılıksız bir aşkın izinde fantasik bir dünyayı anlatırken ilerleyen sayfalarda bilimkurgusal bir dünyaya açılan eşsiz bir yapıt. Issız ve terkedilmiş bir adada  yaşayanların yansımaları.. ve o yansımalar içinde Faustine’ne duyulan hayranlık ve aşk. Kahramanın sevdiği kadın ile beraber birbiri ardına devam görüntülerin içindeki dünyaya girmesiyle "son" bulacak sonsuzluk. Bir vakitler Lost diye bir dizi vardı. Issız bir adada geçen macerada Borges’ten ve Adolfo Bioy Casares’ten esintiler olduğunu söyleyebiliriz. En belirgini ise 4.sezonda 4.bölümde Sawyer’in “Morel’in Buluşu”nu okuduğu sahne. 


Kitaptan:

Mantık bize Morel'in umutlarını reddetmemizi emrediyor. Görüntüler yaşamaz. Bununla birlikte bana öyle geliyor ki, bu alet şu anda elimizde olduğuna göre, görüntülerin hissedip hissetmediklerini, düşünüp düşünmediklerini denetlemeye yarayacak bir başkasını icat etmek daha uygun olacak ( ya da en azından, kayıt süresince gerçek kişilerde olan düşünce ve duyulara sahip olup olmadıklarını denetleyecek bir alet; bu düşünce duyularla bilinçlerinin (?) ilişkisinin denetlenemeyeceği açıktır). Şu andaki alete çok benzeyecek olan bu alet vericinin düşünce ve duyularına yöneltilecek; Faustine'den hangi uzaklıkta olursak olalım görsel, işitsel, dokunsal, koku alma ve tat alma düşünce ve duygularını elde edeceğiz. Ve bir gün, daha eksiksiz bir alet bulunacak. Yaşam boyunca -ya da kaydedilen anlar süresince- düşündüğümüz ya da hissettiğimiz şeyler sayesinde görüntünün her şeyi anlamayı sürdüreceği ( tıpkı bizim bir alfabenin harfleriyle anlayabildiğimiz ve bütün sözcükleri oluşturduğumuz gibi) bir alfabe gibi olacak.


Jorge Luis Borges’in önsözde yazdığı; “Entrikanın ayrıntılarını yazarıyla tartıştım, onu yeniden okudum; onu kusursuz olarak nitelemenin bir yanlışlık ya da abartma olacağını sanmıyorum." Eşsiz bir kitap olduğunu kabul etmek gerekiyor. Varoluşun ölümsüzlüğün başka bir boyutunu, 
imgelerle fantastik bilimkurgusal öğeleri de ekleyerek, bizi Borgesvari bir labirente sokuyor Casares; sonsuz sevginin ve döngünün labirenti.. Casares'in çevrilmemiş bir çok eseri var, günlükleri ve diğer kitaplarınn da çevrilmesini umuyorum.

Helikopter Yayınlarının baskısı hakkında ufak bir eleştiriyi de eklemem gerekiyor;
Kitabın orjinal basksındaki ilustrasyonlar; Arjantin’de dışavurumculuk akımının temsilcilerinden, aristokrat ve entellektüel Florida grubunun üyesi, Jorge Luis Borges’in kız kardeşi Norah Borges’e ait. Helikopter yayınları da yeni kaliteli hamur baskısında bu ilustrasyonlara da yer verseymiş keşke.






 Adolfo Bioy Casares ve Jorge Luis Borges uzun dostlukları süresince Buenos Aires’te Cafe La Biela’ya sık sık uğrarlarmış, Arjantin ve dünya edebiyatının bu büyük iki usta yazarıyla vakit geçirmek isterseniz Cafe La Biela’da onarla birlikte bir kahve içebilirisniz J


  

 Cafe La Biela



Los mejores deseos...

Doğan Sevimbike





















18 Ekim 2016 Salı

BİR AŞK – DİNO BUZZATİ




 İtalyan Edebiyatının önemli isimleri arasında yer alan, en tanınmış ve başarılı romanı kabul edilen “Tatar Çölü” ile tanımaya başladığımız Dino Buzzati’nin dilimize çevrilmiş bir çok eseri mevcut. “Öylesine Bir Aşk” olarak 1990 yılında çevrilen “Un Amore”, geçtiğimiz haftalarda Can Yayınları’ndan Eren Cendey tarafından İtalyanca’dan dilimize “Bir Aşk” romanı olarak tekrar çevrildi. Sanıyorum ki 1990 yılında çevrilen eski basımı İngilizce’den bir çeviriydi. Günümüzde özgün dilinden çevrilmiş birçok kitabın eski basımlarının yoğunlukla ingilizce dilinden çevrilmiş olduğunu görebilirsiniz. Özellikle klasiklerde çokça var. Bir eseri özgün dilinden değil de ikinci bir dilden çevirisi eserin anlamını kaybetme yada düşürme riskini taşıyor. Pek çok kere karşılaştırdığım eski ve yeni çevirisi olan kitaplarda bunu deneyip gördüm. Mümkün olduğunca özgün dilinden yapılan çevirileri okumak en iyisidir. İtalyan edebiyatından bir çok eseri İtalyanca aslından çeviren Eren Candey’in “Bir Aşk” çevirisi Buzzati’nin sürükleyici dili ve üslubu ile birleşince ortaya sizi Milano sokaklarına götürecek harika bir eser çıkmış. Ayrıca “Bir Aşk” ( Un amore) romanı Gianni Vernuccio tarafından 1965 yılında sinemaya da uyarlandığını hatırlatalım.

Villa Buzzati / Belluno


  Buzzati 1906’da İtalya’nın Belluno kentinde doğdu. Gazeteciliğe Corriere della sera gazetesinde başladı ve yaşamı boyunca bu gazetede çalıştı. Romanlarında Kafka’dan esinlenmiş bir gerçeküstücülük olmasına karşın kendine özgün olağan üstü bir taşlama ve mizah anlayışı geliştirmiştir. 1940’da yazdığı en başarılı romanı sayılan “Tatar Çölü”; büyük bir çölü geçerek ulaşılabilen sınırda bir kışla olan Bastiani Kalesi’nde genç bir teğmen’in hiç gelmeyecek bir düşmanı beklemesini alaycı ve etkileyici bir üslupla anlatan bir yapıttı. Kafka, Sartre, Camus gibi Buzzati de insanın kaderine teslim olması ve hayata dair sorgulamayı kurguladığı bu kitabı ona büyük bir ün kazandırmıştır. (“Tatar Çölü” üzerine başka bir yazıda ayrıntılı olarak değineceğim.)
 “Bir Aşk”, 1960 yılında Milano’da 49 yaşındaki zengin bir mimar ve toplumda statü sahibi olan Antonio Dorigo’nun kadınlarla ilişkilerini ve bu ilişkileri sırasında Aşık olduğu kadınla olan ilişkini anlatıyor. Zengin bir adamın genç bir kadınla olan ilişkisi. Kitap, aşina olduğumuz klasik Türk filmlerinde izlediğimiz zengin ve yaşlı patron ve genç hayatını kurmak isteyen bir kadın ilişkisini sınıfsal farklılıkları ele alarak toplumun yaşadığı sınıf çelişkisini ve bir sevginin bu çelişki içindeki zaman zaman sarsılan zaman zaman doruk noktasına ulaşan ilişkinin sorunları üzerinden kurguladığı bu romanı aynı zamanda yozlaşmışlık ve zenginlik içindeki insanlar arasındaki uçurumu da gözler önüne seriyor.
“Nedir bu?” diye sordu erkek.
Kız, herkesi malum besini olan Tristan ya da Rigoletto dermiş gibi, “Var olan en güzel çaçaça. ‘Los Carinosos’,” dedi. Sonra da bir tür çocuksu coşkuyla tek başına dans etmeye başladı.  Kendinden emin. Birbirini izleyen ritim onu deniz dalgası gibi bir ileri bir geri atıyordu ama kız duruma hakimdi ve içgüdülerini kontrol ediyordu.
  1960’ların yıllarını anlatsa da bugüne göre; ilişki kurmadaki öznel ve ekonomik şartlar ve yaşamın mecbur bıraktığı biçemler, statüler, tarzlar ilişkileri karmaşık kılarken hayata dair yüklediğimiz anlamları da sorgular hale getiriyor. Aşkı ve yaşamı sorgulayan bir üslup ve dil anlatım sergilediği gibi Buzzati; Dorigo’nun kıskançlık, tutku, sahiplenme ile karışık iç dünyasını burjuva toplumunun çelişkileriyle yüklü ahlak anlayışı arasında bocalamasını anlatıyor.
Kitaptan

Dino Buzzati ve sevgilisi Almerina Antoniazzi
  Şimdiye dek fark etmemekle ne büyük aptallık etmişti. Bir bekleyiş gizli değilse içinde bir kayanın, ormanın, harabenin ne faydası olabilirdi? Kızın, bizi mutlu edebilecek varlığının beklentisi değilse neydi ? Düşüncemiz bizi gün batımında, kızla hüzünlü kuş cıvıltıları arasında gezinmeye çıkartmaya yetmiyorsa sarp kayalıklardan gizemli patikalardan oluşan romantik vadinin nasıl bir anlamı olabilirdi?  Mağaranın gölgesinde bir buluşmanın hayalini kurmuyorsak antik firavunların yüksek duvarlarının ne anlamı vardır ? Bir Felemenk kasabasının köşesini niye umursayalım yada boulevard kafesini Şam’ın suk’unu eğer o kız günün birinde oradan geçmeyecek ve size bir hayat parçacığı sunmayacaksa niye önemseyelim, Yol ayrımındaki küçük sütunlu şapelin minik ışığı, içinde hayal barındırmıyorsa neden hüzünlendirsin? Ve hayaller ona, bizi edecek kıza yönelmiyorsa nedir ?
Buzzati, aşkın ve şiirin gücünü ve bir anlamda varoluş sebebini de; toplumsal sınıfların yarattığı ilişkilerle beraber özellikle doğa ve insan tabiatıyla ilişkili bir tanım da yapar;
Peki ya şiirin evrensel manası ? Nasıl oluyor da sevilen kadına döktürülen satırlarda bu kadar çok manzara, orman, bahçe, kumsal, nehir, ağaç gündoğumu yer alıyor? Nasıl oluyor da şairler herkesten daha çok kader ile doğa ilişkisini kurabiliyorlar. Kadim kuleler, bulutlar, şelaleler, gizemli kabirler, kayalara vuran dalgaların hıçkırığı, dalların fırtınaya boyun bükmesi, ikindi vakitlerinde derelerin yalnızlığı, bütün bunlar tam olarak ona, bizi küle döndürecek olan kadına göndermedir. Dünyanın her şeyi, türünün devamını sürdürmek için dünyanın öteki şeyleriyle bilge bir bütünleşmeyle bir araya gelir.
Hayatı ve aşkı toplumsal çelişkilerin yarattığı bocalamalarla anlatan kuşkular, şüpheler ve sorularla dolu bir kitap ve bir o kadar da ulaşılmaya çalışılan gerçek bir sevginin, sevgilinin mücadelesi; “Bir Aşk” romanı…

Doğan Sevimbike

8 Ekim 2016 Cumartesi

ŞİLİ'DE GİZLİCE: Gabriel Garica Marquez'in Anlatımıyla Miguel Littin'in Serüveni





Ülkemde yenilgiye uğrayan
Kara kaptan,
Gururlu kanatların
Son dalganın, ölüm dalgasının
Üstünde  süzülsün.

Pablo Neruda,
“Gezgin Albatrosa Övgü”


 11 Eylül 1973 tarihinde sosyalist başkan Salvador Allende’nin amerikancı bir darbeyle devrilip General Pinochet’in  iktidara gelmesiyle 15 yıl sürecek olan diktatörlük rejimi başlar. Miguel Littin ise darbeden sonra Avrupa’ya kaçan bir yönetmen. Şili’deki diktatörlüğü tüm dünyaya anlatmak için doğup büyüdüğü ve terk etmek zorunda kaldığı toprakara 12 yıl sonra sahte bir kimlikle yönetmen olarak geri döner.

  Miguel Littin 1984 yılında kendi tabiriyle işsiz güçsüz olduğu bir dönemde aklına Şili’yle ilgili bir film yapmak gelir. General Pinochet’i küçültmek ve onun yarattığı diktatörlüğe sinemanın gücünü göstermektir kafasında kurguladığı hayal. Dostlarına bu fikri açar olumlu yanıtlar alır ve destekler görür. İtalyan yapımcı Luciano Balducci onu Şili direniş örgütünden üst düzey biriyle tanıştırması ile Paris’in cıvıl cıvıl bir kahvesinde heyecanla yapılan sohbette herşey en ince ayrıntısına kadar planlanır. Miguel Littin gerçekleştireceği fantaziyi tüm ayrıntılarına kadar konuşurlar. İlk olarak Ülkeye yasal yollardan giren üç film ekibini yönetmek ve onların ülkeye girişlerini sağlamak olacaktır. Bu üç film ekibi birbirlerinden haberdar olmayacak ve her birinin başında siyasal birikime sahip hangi amaçla orada olduklarını bilen ekip başları olacaktır. Miguel dışında da kimseyi tanımayacaklar ve hepsi Şili’nin çeşitli bölgelerinde farklı konularda belgesel-film çekmek üzere izinlerle gelmiş olacaklar.

   Sahte bir kimlikle Urguaylı bir iş adamı olarak yeni bir eşle birlikte, İtalyan, Fransız ve çeşitli kimliklerden Hollanda pasaportu taşıyan bu üç film ekibiyle ayrı ayrı bölgelerde çalışmalar yapar Miguel Littin. Şili’deki gizli direniş örgütleri de kendisine orada bulunduğu sürede yardım ederler. Latin Amerika’nın en sıradışı ülkelerinden biri olan Şili’nin sokaklarında Pinochet iktidarı boyunca halkın yaşadıkları sorunları da gözler önüne serer ve belgeler. Serüven boyunca Şili ve Şili tarihi hakkında bir çok şey de öğreniyoruz. Şili ölçeğinde bir devrimci  ve sanat dolu şiirsel bir latin Amerika ruhunu da gösteriyor bize anlatı. Kitapta Salvador Allende, Pablo Neruda ve Violeta Parra gibi Şili’nin asla ölmeyen ölülerine yer veriliyor onların büyüklüğü altında ezilen Pinochet yönetimi ve Şili’yi Şili yapanlar...


        The Metropolitan Cathedral of Santiago - Plaza de Armas / Şili

Kitaptan

  Gazetemi okumak için bir banka oturdum, ama satırların üzerinde dolaşan gözlerim hiçbir şey görmüyordu. O parlak sonbahar sabahında oracıkta otururken öylesine yoğun duygular içindeydim ki dikkatimi toplayamıyordum.  Birden saat on ikide patlayan topun gümbürtüsü duyuldu, güvercinler korkuyla kaçıştılar, Violeta Parra’nın en duygulu şarkısı olan Gracias a la Vida’nın notaları katedralin çanlarından döküldü. Dayanılacak gibi değildi. Violeta’yı onun o sarsılmaz onurunu düşündüm, kim bilir kaç kez Paris’te aç ve evsiz barksız kaldığı geldi aklıma. Bu yönetim onu hep dışlamıştı, şarkılarını umursamamış, başkaldırıcılığıyla alay etmişti. Violeta’nın şarkılarındaki güzelliği, o şarkılarındaki derin insancıl gerçekleri Şili’nin, tarihi boyunca gördüğü en kanlı ölümlere tanık olması ve Violeta Parra’nın kendini öldürmesi gerekecekti. Carabinero’lar bile onun şarkılarını hayranlıkla dinliyorlardı, ama onun kim olduğu, ne düşündüğü ya da neden bu şarkıları söylediği konusunda en ufak bir şey bilmiyorlardı.



  Türkiye, Violeta Parra ile belki de 1976 yılında Behice Boran’ın Genel Başkanı olduğu Türkiye İşçi Partisi’nin düzenlediği “Şili Halkıyla Dayanışma Gecesi” etkinliğinde,  Parra’nın çocukları olan Isabel ve Angel Parra’nın şarkılarıyla tanıştı. Aynı zamanda Şili Sosyalist Partisi üyesi olan Violeta Parra; Victor Jara, İnti İllimani gibi sanatçıların içinde yer aldığı yeni şarkı ( la nueva cancion – Şili özgün müziği) akımının da öncülerindendir.

  







   Diktatör bir rejim altında sahte bir kimlikle sahte bir çekim politikasıyla devletin araçlarını da kullanır yönetmen. Pinochet’in askerleri ile sohbetler devlet daireleri vs. Pinochet’in sarayında bile çekim yapar. Film çekimi tüm kitap-anlatı boyunca gizli bir örgütlenmenin de hikayesi. Sinemanın örgütlenmesi. Sanatın baskıya rağmen yeşermesi gerçeği. Gabriel Garcia Marquez, Miguel Littin ile yaptığı 600 sayfayı bulan röportajından çıkardığı bu ustaca anlatısıyla, bizi darbe dönemi Şili sokaklarına götürüyor. Miquel Littin’in anlatımları, anıları Marquez’in büyülü dünyası ile birleşince ortaya sürükleyici bir eser çıkmış. Sinema okuyanlar için temel bir kitap diyebilirim. Hatta Sosyal Bilimler okuyanların mutlaka alıp okuması gereken bir kitap. Sanat, siyaset, tarih okurken  Marquez’in dili ve Latin Amerika’nın devrimci romantik ruhunu hissedebiliyorsunuz. Keyifle okunuyor ara vermeden soluksuz okudum diyebilirim.

   Bu tarz kitaplar konusu, anlatım tarzı ve haykırışları sebebiyle 12 Eylül darbesi görmüş bizim gibi ülkelerin karşılaştırmasını yapmak için çok ideal bir politik-sanatsal ve kuramsal ufuk ve çerçeve oluşturuyor. Lakin üniversitelerde yazılan tezler araştırmalar, ödenek ayrılan burs verilen araştırma konuları malesef bu dediğimden çok uzak. Var olanlar da kendi çabası üzerinden birşeyler yaratıyor ama kurumsal bir yaratım kabiliyeti yok dolasıyla devamlılığı da yok. “Dünya iyi insanların yüzü suyu hürmetine dönüyor” derler ya Türkiye’de de 12 Eylül 1980 darbesinden den bu yana iyi-mücadeleci üretken insanların yüzü suyu hürmetine ayakta “kalıyor” kalabiliyorsa. 12 Eylül darbesi işkenceler, idamlar, fişlemeler ülkenin aydınlık ufkunun yok edilmesi, ama 12 Eylül’de Türkiye’de Gizlice yapılanlar; çok hikayeler öyküler var yaşanmışlıklar var. Romanlaştırıldı mı ?. Edebiyatla bir yol alındı mı ?.  Pek zannetmiyorum 12 Eylül sonrası yada 12 Eylül edebiyatı var mı ?  Adalet Ağaoğlu, Mehmet Eroğlu, Ahmet Altan’lar, Latife Tekin, Oya Baydar vs.. bugün neredeler ? siyasi söylemleri durdukları yer malumumuz(?) yetmez ama evetçilike yada cemate bulaşmış durumları görüyoruz izliyoruz. Şöyle bir baktığımızda aslında bir 12 Eylül ürünüdürler de.  Elbette iyi yazarlarımız var fakat benim kastettiğim dünyaca okunan Türkiye’deki siyasi gerçekleri edebiyat dili ile dünyaya taşıyan bir literatürümüzün olmaması.  Bu şuna bağlı: Akademi dünyası, hergün maruz bırakıldığımız suni ve önemli gösterilen değersiz gündemler..  çoraklaştırılan dilimiz kavram dünyamız ve edebiyat sanat gücümüz.. Hepsi birbiriyle bağlı bağlantılı olmak zorunda da. Bir ara da bu konuyu genişçe değerlendirmeye çalışacağım.
                                                                                                                                                        
                                                                                                                                      Doğan Sevimbike 

Violeta Parra’nın Şarkısı ile bitirelim; “Gracias La Vida”
 



Teşekkürler Hayat

Teşekkürler hayat, bana çok şey verdin
Bana iki göz verdin ki onları açtığımda
Kusursuzca ayırdedebiliyorum, siyahı beyazdan
Ve yukardaki göğün yıldızlı zeminini,
Ve kalabalıkların içinden sevdiğimi.

Bağışlayan hayat, Teşekkür ederim.
Bana verdiğin kulaklar tüm boyutlarıyla,
Kaydediyor- gece gündüz- cırcır böceklerini ve kanaryaları,
Çekiçlerin, türbinlerin, tuğlaların ve fırtınaların,
Ve sevgilimin şefkatli sesini.

Teşekkürler hayat, bana çok şey verdin.
Bana sesi ve alfabeyi verdin.
Ve o sözlerle istediğimi söyleyebiliyorum;
kim ‘anne’, ‘dost’, ‘kardeş’ ve nedir parlayan bir ışık,
Ve aşkın ruhun kökünden geldiğini.

Teşekkürler hayat, bana çok şey veren,
Yorgun ayaklarımla yürüyebilme yetisini de verdi bana.
Onarla şehirleri ve su birikintilerini teptim
Vadiler ve çöller, dağlar ve ovalar.
Ve senin evini, senin sokağını ve senin avlunu.

Teşekkürler hayat, bana çok şey veren
Bana bir kalp verdi; tüm bedenimi ürperten,
İnsan aklının meyvesini gördüğümde,
İyinin kötüden ne kadar uzak olduğunu,
Senin gözlerinin berraklığıyla...

Teşekkürler hayat, bana çok şey veren
Bana kahkahayı ve hasreti verdi.
Onlarla mutluluk ve acıyı ayırediyorum.
Şarkılarımı yapan.
Ve senin şarkını da çünkü aynı şarkımız.

Ve herkesin şarkısı; benim asıl şarkım.