19 Kasım 2013 Salı

“ Kapitalizmin kıskacında doğa, toplum ve bilim – Onur Hamzaoğlu olayı “  Kitabı üzerine

“Bilim bütün dünyanın malıdır, ulusların sınırlarını tanımaz.”
Goethe


  Bilim; doğa kanunlarını, toplumsal ilerleme ve bilinçlenme için anlaşılır kılan ve yöntem sunan bir gerçekliktir. Bu gerçekliği aydınlatan insanlık hizmetine sunan bilim insanlarıdır. Bilim insanlarının halkın mutlu bir gelecek için bilimsel uğraşları, siyasal düzenin karşısında, değişim yasasının doğa ve toplum uyumunun siyasal ve politik yeniden düzenini sağlamada rol alır. Akıl ve bilimin mirasi her dönem köhnemiş gelenekselleşmiş bir takım yerel kurallar ve doğa ile uyumlu olmayan düzen yasaları ve kuvvetlerine karşıt ilerlese de bilimsel aydınlanma insanlık tarihinden bugüne kadar birikerek ve sentezlenerek gelmiştir gelişmektedir. “Onur Hamzaoğlu olayı” ise bu ilerlemenin Türkiye’deki siyasal ve kültürel koşullarının bilim tarihindeki örneklerine çok yönden benzer bir yansımasıdır.

  Bilim, toplumların büyük birliğidir, doğal hakkıdır. Bilgiye erişme hakkı engellenen bir halkın mücadele etmesi Dilovası’ndaki çevre felaketinde görüldüğü gibi bir yaşama ve özgürlük meselesidir. Yasaların ve düzenin bu meseleler üzerine değişmesi ve dönüştürülmesi ilkesi  “Onur Hamzaoğlu Olayı’nda bir çok yönden ele alınmaktadır. Tarihsel olarak Türkiye’deki bilimin ve bilim insanlarının yaşadığı sorunlar (Cumhuriyet Döneminde Üniversiteden tasfiyeler),  bilimin ahlaki sınırı, politika ve egemen güçler bağlamında kitapta genişçe değerlendirmelere yer verilmiştir. Çünkü mutlu ve özgür bir yaşam bilimin yoluyla olabileceğinden dolayı bilim toplumsal olaylara yabancı değildir bizzat toplumsal çelişkilerle haşır neşirdir. Muhattabı bizzat toplum ve sorunlarıdır. Bu sebeble özgür ve bağımsız bir alanda geliştirir kendini. Bağımsızlık ise üretilen değerlerin yorumu ve biriken bilimsel gerçekliklerin tekrar sentezlenerek üretebildiğini anlaşılır kıldığı sürecin olmazsa olmaz koşuludur. Bağımsız olmadan bilimsel gerçeklik yaratılamaz. Onur Hamzaoğlu olayında da görüldüğü gibi bağımsızlığı etkileyen ekonomi politik sebebler olduğu gibi, ideolojik hegemonyanın yerleşik gelenekselci yaklaşımlarla kavgası sürecinin de etkiliği olduğu medya ve toplum platformlarında gözlemlenmektedir. Kitapta bununla ilgili yaşanılan hadiseler ve hukuksal alandaki çalışmalar da belgelerle anlatılmaktadır. Üniversitelerin halk yararına bilim üretme anlayışı ve ilkesi konusunda ise “bilim kalelerinin” sınıfta kaldığı gerçeğini de raporlarla kitapta görmekteyiz. Akademisyeni olduğu Kocaeli Üniversitesi’nin etik kurulunca, Onur Hamzaoğlu’nun yaptığı çalışmaların paylaşımından dolayı “kusurlu” bulunması bilim, politika ve etik konu başlığı altında incelenmeye alınmıştır. Üniversitelerin yozlaşmış yapısının 12 eylül’den bu yana otoriteryen zihniyet, devlet ve yök üçgeninde ve evrensel, demokratik, bilimsel özelliklerinin kaybı bağlamında sorgulanmıştır. Kitapta “Onurumuzu savunuyoruz” hareketinin 2-3 haziran 2012 tarihinde, Şirince’de gerçekleştirilen çalıştayda yapılan sunumlara da yer verilmektedir.

  Dilovası gerçeği ve Onur Hamzaoğlu olayı, kapitalizm sorunsalında ele alındığından doğa, toplum ve bilim birbirinden ayrı tutulmaması gereken insana yabancı olmayan unsurlardır. Dilovası’ndaki yaşanılan kanser risklerindeki oransal büyüme ve bölge halkından alınan örnekler ve istatistikler doğrultusunda Kocaeli Üniversitesi Halk sağlığı anabilim dalı başkanı Onur Hamzaoğlu, yaptığı bu araştırmasından ötürü halkı galeyana getirmekten ve bitmemiş bir araştırmayı paylaşmasından ötürü hakkında soruşturma açılmıştır. Dilovası 30 yıl öncesine göre %90 sanayileşme gösteren bir yerleşim yeridir.  Sanayinin, uluslararası şirketlerin ve limanların yoğun olduğu bu bölgede malesef halk, fabrikalarla ve fabrikalardan çıkan çevreyi kirleten, havayı toprağı ve suyu etkileyen atıklarla içli dışlı yaşamaktadır. Sadece sanayileşmenin sorunları değil, göç işsizlik yabancılaşma, kimliksel sorunlar da beraberinde gelmektedir. Fakat sorunun temeli ekonomiksel ve sağlıkla ilgilidir. Bölgedeki rant gücü yüksek olduğundan bölge halkının bilinçlenmesi, toplumsal muhalefetin güçlenmesi kapitalizmin doğası gereği engellenmektedir yada anlaşılır kılınmamaktadır. Toplumsal bir yarayı ve büyük felaket risklerini toplumla paylaşmak da bilimsel bir araştırmanın etiksel görevidir. Halkın eşit olanaklara sahip sağlıklı bir çevrede yaşaması doğal hakkıdır.

  Sonuç olarak Yordam Kitap’tan çıkan Kapitalizmin kıskacında doğa, toplum ve bilim – Onur Hamzaoğlu olayı “ Türkiye ölçeğinde bilim ve bilim karşıtlarının sistemsel bir analizini ve toplumu aydınlatma mücadelesinin bugünkü koşullardaki rehberi olmuştur. Antik Yunan’dan bu yana gerçeği haykırmak, herkes evet dediğinde hayır diyebilmek toplumsal sorumluluğu olan bilim insanın işidir, Aydınlanma felsefesinin tüm bilim insanları bu gerçeklikten beslenerek güçlenerek topluma ışık olurlar ve tarihsel bellekle ilericilikle yol alırlar. İçinde bulunduğumuz dönem mayıs-haziran direnişleri ile korkunun yenildiği, sistemin bozukluklarına şarlatanlıklarına karşı direnişlerin başladığı bir dönemdir. Türkiye’de bilime ve bilim insanlarının özgürce ve korkmadan gerçeği dile getirebildiği yıllar olacağına inanmaktayız. Doğa ve toplum düşmanlarına karşı her zaman bilime inanan bireylerin beraberce yaşadığı bir toplum umuduyla..

Kitapta kimler var, ne yazdılar?

- Giriş: Onur Hamzaoğlu Olayı / Cem Terzi, Emel Yuvayapan, Erkin Başer
- “Şarlatan” / Cem Terzi
- Hukuki Açıdan Onur Hamzaoğlu Olayı / Ziynet Özçelik
- Neden Tarafım? / Onur Hamzaoğlu
- Çevre Kirliliğinin Halk Sağlığı Etkileri / Zeliha Öcek
- Bilim, Politika ve Etik / Harun Tepe
- Bilimsellik ve Şarlatanlık / Doğan Göçmen
- Geçmişte ve Günümüzde Din-İdeoloji-Bilim Kavgası / Alâeddin Şenel
- Cumhuriyet Döneminde Üniversiteden Tasfiyeler / İzge Günal
- Türkiye’de Otoriteryen Zihniyet: Devlet, YÖK, Üniversite 
ve Bilim İnsanları / Fatma Gök
- Yakın Tarihimizde Bir Örnek: Çernobil Felaketi 
ve Bilim İnsanlarına Yönelik Baskılar / İnci Gökmen
- Etik Kurulları Etik Değerlerini Koruyabilir mi? / Murat Civaner
- Alt/Üst Etik: Tıp Araştırmaları / Hasan Yazıcı 
- Bilimi Kim Nasıl ve Neden Çarpıtıyor? / Cem Terzi
- Bilimsel Dergilerde Hakemlik Mekanizması ve Sonuçları / Özlem Özkan
- Araştırma Sistemi Daha Açık ve Dürüst Bir Sistem Hâline Nasıl Getirilir? / İskender Sayek 
- Bilimsel Araştırma Sponsor Etkisinden 
ve Baskısından Nasıl Korunabilir? / İskender Sayek
- Bilgiye Erişme Hakkı / Beyza Üstün 
- Aşıya Erişme Hakkı / Feride Aksu-Tanık ve Şafak Taner



Matematiğin Adaleti ve Aydınlanma

zts47




Aklı bilimi ve insanın en yüksek kudretini hakir gör bakalım!
göz bağlayıcı büyücülükleri ile yalanın ruhundan medet um.
Şimdiden avucumun içindesin!
Mefisto
J. W. Von Goethe Faust 1.kısım



     Televizyon dizilerinden, tartışma programlarına, sinemaya, edebiyata ve hayatımızın her alanında fark etmediğimiz bir bilinç vardır ve bu biz ilişki kurdukça işler. Son yıllarda kendimizi ifade etme konularımız bir hayli çeşitlenmiştir. Teknolojinin ve sanayinin ilerlemesi ile ortaçağ kavramlarının estetik ve bireyi baz alan temel unsurlarla süslenerek verilmesi kimlik ve aidiyetlerin bir mesele haline gelmesini de körüklemektedir. Gerçeklerle uğraşmak gerçeklere kafa yormak yaşadığımız bu yüzyılda rafa kaldırılmıştır. Gerçeklerle uğraşan uluslararası finans merkezleri ve bunlara ev sahipliği yapan devletlerdir. Emperyalist yayılmacılığın bir macera olmadığı gerçek anlamda bir sömürü politikası olduğu bilimsel bir gerçektir. Peki 21.yüzyılın bu yeni ortaçağ’ında neden sadece somut işler peşinde olanlar sömürü politikaları uygulayan devletler oluyor, Çünkü Tarih boyunca yaşamış bütün uygarlıklar kendinden daha büyük uygarlıklar tarafından yıkılmıştır. Hurafe ve bağnazlık içinde yaşayan toplumlar ise maalesef bunlar karşısında asimile olmuşlar ve insanlığa değer katkısı yapamadığı ölçüde unutulmuşlardır. İlerleyiş kaydeden üreten ve bilimsel gerçekleri bir politika haline getiren halklar her zaman tarihin içinde bugüne kadar gelebilmişler. Örneğin pax ottomana’nun (Osmanlı Barışı) yıkılmasının en büyük sebebi karşısında sanayisi ve fikir dünyası ile yepyeni bir Avrupa olmasıdır. Osmanlı sistemi reformlar yapsa da buna cevap veremeyişi; medeniyetin başka bir yerde yeniden filizlenmesi çözülmeyi getirmiştir. Bu çözülme uygar dünyanın değerlerine gözlerini açan önderlik ve yeni örgütlenme ile olmuştur. Anadolu’da Cumhuriyetin kurulması Doğu toplumları için Uygarlık altında yok olmanın eşiğinde yeni bir atılım, devrimsel bir dönüşüm olmasının yanında bir ufuk ve umut yaratmıştır. Ve yok olmaktan kurtuluştur. Bugün Cumhuriyet düşüncesinin özgürlüklerini onu muhafaza etmekle değil daha ileriye götürmekle mümkün olacaktır. Aydınlanmanın ve yok olmamanın temeli, adaletin; insanoğlunun matematiği doğayı anlama ve biçimlendirme sanatı olmasını kavramasıdır.
     Matematiği bilen toplumların üretim kabiliyetleri artacağı gibi eşit ve paylaşım sistemleri de gelişkin olucaktır. Adaletli bir toplum; ancak eleştirel aklın egemen güç olmasıyla sağlanır, baskıcı rejimler  ise örgütlü cehalet ile oluşur. Bilimsel eğitimin önemi işte burada yatmaktadır. Dünyadaki bütün değişimlerin müdahalelerle oluşması, yeni fikirlerin eski fikirlerin üstesinden gelmesiyle sonuçlanan yeni düzenler.. tarihin diyalektiği böyle işler. Devrimsel hareketlerin temelinde bir eğitim süreci olduğunu unutmayalım, bu eğitim; tez ve antitez gruplarının belli şart ve konumlarda diyalog süreci edinmeleriyle oluşur. Toplumsal yenilikler insanlığı daha ileriye götüren buluşlar ve icatların oluşma sürecinde de var olan maddeyi ve yeniyi oluşturan işte bu diyalektiktir. Diyalektik eski yunanda tartışma sanatı anlamına gelir. Heraklatios’la başlayan bu devinimin fikri dönemi “bir nehire iki defa girilmez” ve “değişmeyen tek şey değişimdir” ifadeleriyle tarihte yerini almış bilim ve düşün insanlarına yeni ufuklar açmıştır. Bu sebeple akılcı ve eleştirel eğitim sağlıklı ve ileriye dönük toplumların nedenini oluşturur.
      “Bir çocuk ne kadar zor özgürleşirse insanlığımıza okadar güçlü dokunur” demiştir Conrad Ferdinand Meyer. Salt bilgiyi çocuğa ezberletmek yerine o bilginin ne işe yarayacağını nedenleştirilmeli ancak bu şekilde çağdaş toplum filizlenebilir. Çocuğun eğitimi deneyerek, öğrenmesi ve eğitim sürecinde belli ölçülerde özgür bırakılarak yapıldığında sağlıklı bir birey oluşabilir. Bahsetmek istediğim konu eleştirel aklın egemen olması ve paylaşılma süreci ve bunun insanlığa inşa edilmesiyle oluşan etkileri olacaktır. 
     Adaletli bir toplumun oluşması cehaletin örgütlenecek özgürlüğe sahip olmamasındandır. Elbette toplumun adil ve mutlu yaşaması özgürce düşüncelerin ifade edilmesi ve tartışma sanatının güçlü olması ile paraleldir. Fakat Adaletin güveni demokles’in kılıcı ile olur, bu gücün gerekliliği öteki olan “düşünceler” midir ? Adaletin korunması aklın örgütlenmiş gücüyle, Anayasaların inşa süreçleri ise devrimsel süreçlerle meydana gelir. Bu devrimsel olgu; değişimin dönüştürülmesidir. Dönüştürme işi ise İnsan Aklının müdahale etmesiyle sağlanır. Ülkemizde eğitim anlamında yaşanan son değişimler  genç neslin geleceğini çok önemli etkileyeceği gibi Türkiye’yi “güçlü” bir ülke yapmak isteyenleri de hayal kırıklılığına uğratacaktır. Uğur Mumcu’nun dediği gibi “her kim ki din sömürüsüne dayalı iktidar olmuş yıkılmıştır.” Dünya siyasal tarihi ve Türk Demokrasi tarihi bunun gibi örneklerle doludur.
     Gelelim Türkiye’deki bilimsel ilerlemelerin siyasal otoriteler ve politikalar ile ilişkisine. Malesef eğitim sürecimiz bir deney öğrenciler ise kobay durumuna gelmiş, eğitimin bu sarsılan ve istikrarsız yapısı gelecek neslin ve gelecek ülke yönetiminin bugünkünden daha ciddi sorunlara gebe olacağı öngörülmelidir. 4+4+4 ile küçük yaşta okula başlama ve sözde seçmeli din derslerinin konulması İmam Hatip ortaokullarının açılması, ilahiyat okuyan öğrencilerin gelecekte devlet kademelerinde yada askeriye gibi kurumlarda çalışacak olmasının yolunu da açmıştır. Bunların yanında üniversitelerin özerkleşmemesi ve özelleşmesinin artmasıyla bilim değil ama politik bir işleyişin oluşması da tek-tip gençlik nesil yetiştirme hareketinin başlangıcıdır. Son aylarda ortaya çıkan dindar nesil kavramı, gençlik içinde oluşan yozlaşma ve “ahlaksızlaşmaya” karşı gençleri düzeltecek formül gibi lanse edilmiştir. İşin aslı böyle değildir. Bir toplumun davranış ve psikolojik sıkıntıları sosyolojik ve ekonomik etkenlidir. Uygulanan politikalar halkın ekonomik olarak refahını sağlamak yerine özel okul ve var olan devlet okul yapısının anti laik eğitim modelinin yaratılması halkın parasız ve bilimsel eğitim alması şartını değiştirmemiştir. Değişen, daha itaatkar bir toplum yaratmanın kurumsal yapısını inşa etmedir. Bu kurumsal yapı ile yetişen nesil; eleştirmeyen sorgulamayan insanlardan oluşacak bu sayede tepedeki politik merkezlerin kararları sorgulanmayacak ve ekonomik anlamda: feodal geleneğin ve zenginleşmenin önü açılacak. Laik ve demokratik yasaların zarar görmesi ölçüsünde eş-dost-akraba ve din-tarikat-mafya şeklinde örgütlenmelere daha açık hale gelecek halkın ise devletin anayasal hukuk sistemine olan güveni sarsılacaktır. Şu an yaşadıklarımız da bunlardan farksız değil midir ? ..
     Geçtiğimiz temmuz ayında Milliyet yazarı Mehveş Evin’in yaptığı röportajda; Türkiye’ye gelen Nobelli matematikçi John Nash Türkiye’nin matematik sıralamasında sondan ikinci olduğunu öğrenince “iyi matematik bilmeyen toplumda adalet olmaz” demiş. Nash’a göre böyle bir durumda çocukları hiç okula yollamamak ve evde eğitmek bile daha iyi sonuç verebilir. Nash’ın dedikleri üniversite sınavlarında azımsanmayacak derecede sıfır çeken genç neslin ve gazeteci-aydın-asker ve hocaların tutukluluk halleri ve süreleri iyi matematik bilmeyen toplumumuzun gittiği yöndür. İnsanlık medeniyetine katkımız ise eşi benzeri olmayan tutuklamalar ve “neo-osmanlıcılık” fikriyle görkemli dış politika atılımlarımız olsa gerek.
     Matematik bilmeyen toplumu adaleti olmayacağından eğitim ve askeri sistemi de çalışmaz. Böyle bir durumda eğitim ve askeri düzenlemelerin çalışması belli zümrenin yada uluslar arası sermayenin çıkarına olabilir. Türkiye’nin Davutoğlu eksenli dış politikası, mantığın eksenin kaydığı bir dış politikadır. Bilimsel tariflere ve uluslar arası ilişkiler teorilerine de uymayan hamaset yüklü bir yapısı olan dış politikamızın bir zümre çıkarının politikası gibi hareket ettiği gerçeği devletin temel bürokrasisine de zararlar ve hedef eksikliği koymaktadır. Türkiye’nin  neo-osmanlıcılık hareketi ABD yapımı yeni-muhafazakarlık hareketine eşlik etmesi sıfır sorun politikasını kaybettirmiştir. Kendi adaletini yaratamayan kendi bilim öncülerini koyamayan bir devletin dış politikalardaki hamleleri de kaçınılmaz olarak tutarsızlaşacaktır. Özgün olmak uluslar arası saygınlığı kaybetmek yada dışardan kendimizi soyutlamak değildir. Cumhuriyet rejimi ekseninde J.J Rousseau’ya göre her ülkenin yönetme ve yönetilme koşulları farklıdır. Cumhuriyet hepimizin bildiği ifadeyle “halkın kendi kendini yönetmesi” anlamına gelir fakat bunlar için belli koşullar ve  insan bilinci gereklidir. Tarihimizde Cumhuriyet fikrinin oluşum şartlarını hazırlayanlar Jön Türk hareketidir, Fransız devriminin Jakoben hareketi ve Ekim devriminin Narodnik hareketi olmasaydı bu devrimler gerçekleşmeyebilir yada oluşması uzun yıllar alırdı. Bu hareketler insanlığa büyük katkılar sağlamışlardır. Jön Türk hareketi de Balkanlardan Afganistan ve Ortadoğu’ya kadar yelpaze oluşturmuş bir Aydınlanma hareketi ve felsefesidir.
     Bugün Türkiye’de Aydınlanma fikirsel üretim ve özgürlük ne kadar gerçekleşebiliyor ?
     Adaletin terazisi demoklesin kılıcı ile korunmaz ise Aklın birliği sağlanamaz. Bugün Ordunun bütün rütbelerinin tutuklu olması eğitimin çarpıklıkları ve dış politikamız; geleceğimizin şekillenmesinin  birbirlerinden bağımsız gibi görünen olayları gibidir. Önemsiz noktalar birike birike önemli noktalara varır tıpkı damlaya damlaya göl olduğu gibi. Birikilenlerin neticesi belki de Goethe’nin dediği gibidir; “dünyanın en tehlikeli hali cehaletin örgütlü eyleme geçtiği halidir.” Bu hal ve şartlarda bilimsel eğitimin laftan ibaret olduğu üniversitelerin tartışma yapmayan, bir sorun üzerinde kafa yormayan, çözüm üretmeyen yapılardan görülmelidir. Bile bile karanlığa giden karmaşık gözükmek ihtiyacı istenen bir yol var karşımızda, aydınlanma felsefemizi doğru tahlil etmez ve müdahale etmez isek bu karmaşık yolda kayboluruz. Bertrand Russel’ın sözüyle sonlandıralım “Dünyanın sorunu; akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.” 


Doğan Sevimbike
dosevimbike@gmail.com

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Gerçeğin Büyüsü ve Ütopya

"Hiçbir zaman okulumun eğitimimi engellemesine izin vermedim."
                                                                           Mark Twain


    Bilim ve hayal gücü uygarlığın iki temel unsurudur. Hayal gücü, insanı özgür kılar, hayata tutunmayı ve öğrenmeye yönlendirir. Öğrenme merakı yeni ufuklara, bilinmezlikler ufku ise bilime yol gösterir. Devrimler, toplumsal dönüşümler ile aydınlanma süreci bu diyalektik döngünün  bir nehir gibi sürekliliğidir. Peki İnsanlık medeniyetinin bir parçası olarak bulunduğumuz coğrafyada bizim sürekliliğimiz nedir? Dünyada nerde durmaktadır?  Öküzün boynuzlarındamıyız yoksa tarihle beraber ilerleyen bir döngüdemiyiz. Merak ve hayal gücü hertürlü baskının karşısında gerçeği ortaya çıkarmıştır. Çünkü gerçeği görmek merak edip sorgulamakla başlar, Marks'ın dediği gibi "her görünen gerçek olsaydı bilime gerek kalmazdı" Görünenin ardındakini görmek soru ile başlar. Yönümüzü bulmakta elbette sorarak olucaktır. Yoğun ve suni gündemlerle beynimizin yönlendirildiği, aşırı kavram kargaşalarının bilinçli uyudurulup tartışmasız kabul edildiği bir dönemde yaşıyoruz. Yeni Ortaçağ kavramının atfedildiği bu dönemde  aydınlanma  merak ve hayal gücümüzün yarattığı düşünce devrimi ile büyür.
    jules-verne-prophetBilimsel bilginin ve örgütlenmenin önemini kavratmak ve kavramak insanoğlunun ufku açısından geleceğe renkli ve güvenle bakabilmektir. Coğrafyamızdaki düşünce döngüsüne bakarsak; Homeros'tan Heredot'a, Mevlana'dan Yunus Emrelere Nasreddin Hoca'dan Aziz Nesin'e Nazım Hikmet'ten günümüze tabu yıkıcılığı ve düşün hayatımızın temelleri çok çeşitlidir. Tarihsel zengilik topluma yeni ufuklar açar, fakat tarihsel çeşitlilik ve  geçmişin kaynaşmışlığı bir toplumu ileri götürmede yeterli değildir. Gelenek ve kültürün oluşumunun sebebi bu zenginlik olsa bile, kült olan kültürleşen yerşelik bir takım gelenekler de değişebilir, toplumun ilerleyişi işte bu değişim dönemleri ile olur, yeniden merak etme ve hayal kurabilme sürekliliği hareketi sağlar. Geleneklerin değişmeleri zaman alır fakat  genel olanı kabul etmek ile etmemek arasındaki çizgi aynı zamanda bir var olma mücadelesinin de damarını oluşturur. Örneğin bütün dinlerin doğduğu Ortadoğu'ya baktığımızda medeniyetlerin beşiği dediğimiz yerler bugün mezhep çatışmalarının, yıkmanın ve yakmanın   düzen olduğu sömürü alanlarıdır. Türkiye'nin bugünkü tarihsel ve politik durumu da bundan pay alan cinstendir.  Yeni dünya düzeni ile Afganistan'la başlayan (Daha erken bir başlangıç olarak SSCB'nin yıkılışından itibaren de diyebiliriz) "terörist" avı  Irak'ın parçalanmasını Tunus'un Libya'nın Mısır'ın ve şimdi Suriye'nin mezhepsel ve etniksel parçalanmalarını bir film gibi seyrediyoruz. Elbette Mısır'ı ayırırsak bu gibi devletlern, suni tarihsel yapıda devletler olduğu gerçeği ile beraber seküler yapıda olmaları başka bir gerçeği açığa çıkarıyor. Uluslarası medyanın pompaladığı "tek adam diktatörlükleri yıkılacak demokrasi gelicek" vaadi, bölge halkları için özgürlük değil hapislik ve kıyım getirmiştir.  Dünya kamuoyuna demokrasi getircez diyen Batı dünyasının politikasında; laik sistemsel yapı, bölgeye giriş için değiştirilmesi gereken düşünsel ve kurumsal engeldir. Eğer bu kalkan yıkılırsa tahakküm gücü artacaktır. Bugün Ortadoğu halklarının bunalımı seküler savunma mekanizmaları olan bilimsel ilerleme ve ütopyacı dünyalarının yıkılmış olmasındandır.  Mezhepsel ve etniksel söylemler ile yürütülen politikayla akıl ve bilimi hedef alan gerçekçi politikalar gizlenir. Örneğin Libya'da Hz.Muhammed'i konu alan filmi yayınlatan ABD elçisinin öldürülmesi fakat toprağından suyuna, enerjisinden  insanına kadar sömürülen coğrafyada bu kadar örgütsel bir tepkinin verilmemesi bununla ilişkilidir. Toplumsal yönelimi başka yöne çekmek gerçek olmayanı ihtiyaçmış gibi hissettirmek suni kurumlar, gündemler ve suni tarihler yaratarak ayrıştırmayı esas kılmak, farklılıklara vurgu yapmak, rengarenk devrimler gerçekleştirmek, Yugoslayva'da da başka bir benzeri olduğu gibi bu coğrfayanın kaderi haline gelmiştir. Uygarlık yapı taşlarının yok olması ile paralel iç savaş hali, toprak ve insan sömürüsü. Mezhepsel etniksel düşünce tartışmalarının enerji-ekonomi ve bağımsızlık eksikliğinde yapıldığı zeminler gerçekliklerden bir hayli uzak olmakla beraber medeniyetin içinde yok olmaya mahkumdur. Fakat ütopyalar yaratan hayal kurabilen bir toplum bağımsızdır. Farklılıklara ayrıştırmak için vurgu yapmaz  tam aksine çeşitliliği bütünleştirmek için ideal bir yeni dünya hayali olarak görür.
Aydınlanma;  merak ve hayal gücümüzün yarattığı düşünce devrimi ile büyür.
   Peki burda  ütopya nedir, Oscar Wilde'nin dediği gibi "ütopyası olmayan bir haritaya bakmaya değmez" bilim kesinlik değil, insana hep ufkun olduğunu gösteren bir büyüdür. İnsan ise merak ettikçe bilimin açtığı ufka bakıp ütopyalarını kurdukça yenilikler yaratır. Avrupa'nın Rönesans ve Reform aydınlanması İslam Dünyası ve Yunan-Anadolu uygarlığını yeniden ortadoğu halklarından keşfederek yeni ütopyalar kurarak oluşturması tarihsel bir gerçektir. Özellikle Batı Avrupa'ya ve İberik yarım adasına olan Emevi akınlarının İspanyol Katolikleri ile uzun yıllar savaşması ve aynı yerlerde uzun yıllar yaşamaları Toledo şehri gibi kültürleri birbirine tanıtmış ve yenilik hareketlerinin doğuşuna zemin hazırlamıştır. Ama gelin görün ki İbn Sina'nın eseri 16 yüzyılda çıkmasıyla birlikte ancak 19 yüzyılda Osmanlı'ya gelir. Akıl ve bilimin tarihsel sürecinde Osmanlı'nın insanlık mirasına katkısı çok güçlü olmadığı fakat, güçlü  kültürsel bir hegemonya hakimiyeti oluşturduğu gerçeği de unutulmamalı.  Elbette askerlik ve ordu konularında İlber Ortaylı'nın dediği gibi "bazı milletlerden müzisyen, bilim adamı, iyi mimar çıkar bizden de askerlik alanında büyük örnekler ve katkılar çıkmıştır" demesi bir tespitin neticesidir. Bu tespitle gelişmişliğin nasıl bir çeşitlilik içinde ilerlediğini ve ilerlemesinin şartlarını daha iyi kavramış oluyoruz. Ortadoğu'dan Türkiye'ye coğrafyaya   baktığımızda ütopyası kilitlenmiş bir resim çıkıyor karşımıza. Yeni gelen hükümetler Türkiye'de olduğu gibi ya eskinin inşa modelini günün şartlarına göre uydurmaya çalışıyor yada eskinin propagandasını yaparak iktidarını sağlama almaya çabalamakta. Suni olmayan gerçekçi "yeni" yi koymak konuşulanı değiştirmek ileriye dönük konuşmak daha mutlu ve aydınlık bir toplum yaratmaktır.
cartoon-utopia
    Avrupa'nın rönesans ve reform hareketlerinin düşünsel ve tarihsel mirasını oluşturan İslam coğrafyasının bugün toplumsal gerçekliklerden uzak oluşu, dünyada Afrika ve İslam bölgelerinin kontrol edilebilir güruh anlayışı, mezhepsel ve etniksel ayrıştırmalara gebe ortamların yaratılması, kontrollü tek adam (hanedanlık) yönetimleri, bağımsızlık mücadelelerini engellemenin en çarpıcı yollarıdır.  İslam dünyası  Doğan Kuban'ın ifadesi ile bugün dünyanın proleteryası durumundadır. Avrupa'nın  ve ABD'nin İslam coğrafyasına 20.yüzyılın başından bu yana ısrarlı politikaları neticesinde Türkiye'ye 12 Eylül darbesinin 24 Ocakları kararları ve değiştirilen Türkiye'nin ekonomik ve doktriner dayatmaları süregelmiştir. bugün ise ılımlı islam politikası "medeniyetler ittifakı"adı projesi neredeyse ortadoğu coğrafyasında birbiri ile düşman olmayan devlet kalmamıştır. Elbette emparyalizm olgusunun burda rölü büyüktür. Fakat en temel nokta Türkiye'de yaşanılan aydınlanma hareketi içindeki Avrupa'nın rönesans ve reform aydınlanmasının Anadolu'da hala yaygınlaşamaması sorunu.  Köy Enstitüleri ile başlayan Anadolu toprağının uyanışı, Köy Enstitüleri'nin kapanması ile kör-topal ilerlemiştir. Enstitülerden yetişenlerin etkisi bugünkü nesile ufu vermekle beraber, köylünün toprağa küstüğü tarım ve hayvancılığın bittiği, HES projelerinin doğa yıkımı ile toprağı insana unutturmak bugünleri daha çetin kılmaktadır. Yeniden biçimlenecek bir mücadele ortaklığı, yaşadığımız bu olaylarla biriken tecrübe ile doğacaktır.
   Gelelim daha yakından yaşadığımız ritüel haline gelmiş politikalara. Bugün bilimsel eğitimin kriteri olarak görülen; her şehre üniversite açarak kar-rekabet dürtüsü ile bilim üretme anlayışı  üniversiteleri salt meslek edindirme yerleri olarak görmek yanlıştır, fakat bilim olmayınca üniversiteler de meslek edindirme kursları olarak yerini almakta. Ne olmalı Üniversite ? nereye doğru evriliyor ?  Üniversiteler herşeyin tartışıldığı düşünce harcandığı bağımsız yapılardır. En somut ve açık görevi budur. Son zamanlarda yaşanılan öğrenci eylemleri başta ODTÜ'teki öğrenci direnişi olmakla beraber, yetişkinlerin unuttuğu direnme gücünü yeniden hatırlatan ve yeşerten süreçler olmuştur. Bir yandan derslerine çalışarak fikirler ve tekniksel materyaller üreterek bir yandan da bağımsızlık mücadelesi vermek baskılara ve şiddete karşı Türkiye'deki politik hali tetikleyici roller oynamaktadır. Çünkü gençlik her zaman her politik dengede öncül rol oynamıştır. 68 Kuşağının üniversite geleneğindeki katkısı büyüktür. Üniversite geleneği olarak dünyada yeni bir toplumuz. Cumhuriyet devrimi ile gelinen noktada ilk defa girişilen üniversite eğitim politikaları dünya ile engetrasyonumuzu hızlandırmıştır. Bugün baktığımızda Üniversitelerimizin üretkenliği ve bağımsızlığı iktidarın tahammülsüzlüğünün, anti demokratik uygulamaları törpülenmeye çalışılmaktadır. Toplumsal bilim ve birikimin  yaygınlığının azalması paralel olarak iktidarın ideolojik konumunu ve davranış biçimini de belirler.
   Peki bağımsız yerler olması gerekirken bir çok üniversitenin öğrenci olaylarını kınar nitelikte açıklamalar yapması iktidarlı politikleşme yaşaması önünü görememe hastalığıdır. Halbuki sosyal sayısal alanda olsun bilim yapmak sadece deney yada gözlem yapmak demek değildir, Eric Fromm'un direnmek; deyişiyle herkes evet sözcüğünü söylediğinde hayır diyebilme yetisidir. Rektörler, hocalar direnmeyi bırakır gerçeklere gözlerini yumar medya gibi 3 maymunu oynarlarsa yandaş ve yancılığı şirketleşen üniversite geleneğinde tabiri caiz trend haline gelmesini sağlarlar. Üniversitelerde de ufku körlenmiş nereye gittiği meçhul bir eğitim sistemi ve buna paralel yönetim sistemi oluşur. Bağımsızlığın kıstası, ütopyalar kuran bir gençlik bir nesil ile süregelir, ne zaman ki hayal kurmayı bırakır, o zaman körleşir gerçeklere yumar gözlerini toplum. Direnmek hayatı sevmektir hayatı sevmek sınırların ötesine doğru yürümektir. Jules Verne'in kitaplarındaki icatlar öldükten yıllar sonra geliştirildi ve yapıldı. Ütopya ve daha iyi bir dünya düşüncesi insanın tarihsel hikayesinin bir parçası olduğu gibi değişmez yasasıdır ve  bunu örgütlü yapan toplumların tarihi yazdığı ve yarattığı bir gerçektir.
   Üniversiteler ütopyalar üretebilen yerler olursa ancak evren şehir anlamına layık olur. Ütopyası olmayan bir eğitim süresi  evde ezberlenebilecek ve daha sonra unutulcak bilgi alımı anlamına gelir. Özellikle sosyal bilimlerin alanı sosyal ve siyasal olaylardır. Fakat güncelle ilgilenmek şartıyla dünden başlayarak tahlil etmek ve bugünkü sorunların sorusunu sorarak cevap bulmak daha somutsaldır. Filozofik bir temelle somut olayların ki hep siyasal süreçlerle ortaya çıktığından gerçekleri konuşmakta siyasettir. Yoksa insanlar evlerinde oturup kitap ezberleyebilir, fakat mesele bizim ezberlediklerimizi nerede yıkacağımız yada üstüne bir şey katabileceğimiz alanlardır. Bundan dolayı hayır diyebilme yetisi ile gerçekleri haykırma ve ileriye dönük ütopyalar geliştirebilme beraberdir. Bilimin ve sanatın iklimi insanlar ütopyalar kurdukça gelişir. Gerçek bugün zindanlardaki aydınlardadır, öğrencilerde, gazetecilerde, işçilerde, hayır diyebilenlerdedir. Ütopyaların gerçekleşmemesi yada olma ihtimallerinden ziyade önemli olan insanların başka bir dünya yada başka bir düzenin mümkün olduğunu anlamalarıdır . Sevgi ve gerçeğin büyüsü bizlere bunu göstermiştir.

Doğan Sevimbike

dosevimbike@gmail.com