19 Temmuz 2017 Çarşamba

Şairlerin Hayatları; Şiirin Gizli Tarihi



"Şiir benim açımdan bir dünya görüşü, insanlara hayatı boyunca     eşlik eden bir felsefedir."                                                                                                                                                                               Andrei Tarkovsky

Dünyaca ünlü ateist biyolog Richard Dawkins “Gerçeğin Büyüsü” diyor, doğa için ve Latin Amerika’dan doğan edebiyatın “Büyülü Gerçekçilik”i. Gerçek ve büyü sözcükleri bir çok dalda sentezlenerek aslında sıradan, hayattan ve doğadan olanı gündeme getirmiştir. Neticede tüm kurgular bir gerçeklikten beslenir. Gerçeğin güçlü duygularla başka bir gerçeklik yaratması yada büyünün tınısı onun hayattan ve hayatın çelişkilerinden beslenmesidir. Şiir ise daima bir büyülü yol yaratmıştır. Peki ya şairler ve hayatları ? Onların büyülü gerçekçiliği ?. Şairlerin hayatlarına bakınca yaşamlarının da şiir gibi olduğunu görüyoruz. Kimi bir roman kadar yoğun ve büyük yaşamlar, kimi ise sıradan ve büyük yaşamlar.
Doğa ve yaşam şiirseldir bir edebiyatçının hayal dünyasında. Ve şiir; insanın doğaya ve doğayla mücadelesine anlam katarak yarattığı sestir. Kendini tutkuların sözcükleriyle büyüten yazıdır şiir. Yaşam şekli değiştikçe ses ve anlam da değişir hale gelir. Belki de bu yüzdendir hızlı-tüketim çağında tutkunun özünün anlaşılamaması ve şiirin gereken değeri görememesi...
Şiirin gücü: ne o örgüt ne bu örgüt, insanın eşitliğe adalete sosyalizme olan inancını sevdasını bir Nazım Hikmet şiiri kadar başarabilmiş değildir Türkiye’de. Neruda, Lorca, Ritsos, Aragon ve diğerleri dünyada da böyle; şiir sınırları aşan büyük umutları örgütleyendir. İşte bu yüzden Şiirin tarihi, her konuyu kapsayan ama özünde mücadele ve direnişini tutkuyla yaşatan bir tarihtir. Bir yaşamı; şairane ve tutkularla her şeye rağmen yaşayabilmek olduğunu en sıradan olaylarda bile görebiliyoruz şairlerin anılarında.
Türkiye’nin en aydınlık yüzlerinin yaşamları var kitapta. Refik Durbaş gerçek belgelere dayanarak bu anıları, dizelerin sözcüklerin insanların hayatında bir zamanlar önemli olduğu yılları anlatıyor.
Attila İlhan’ın dizelerinde gibi güçlü ve üretkendi yaşam; sözcüklerle örgütlenen bir zamanlar...
O sözler ki kalbimizin üstünde 
Dolu bir tabanca gibi 
Olup ölesiye taşırız 
O sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan 
Uğrunda asılırız 
İlkeleri olan insandır Şair, direnendir mücadele edendir tutkuyla hakikati arama yolunda bütün yaşamı özgürleştirendir. Yüreğinde kavgasını ve umudunu taşıyandır. Şiirin değer gördüğü yılları anlatıyor Refik Durbaş ve bir o kadar da memleketin halini...
                                                                                                                                  Doğan Sevimbike
Kitaptan bir bölüm;
Üstat, neden şiir ?
Cemal Süreya, Ünlü şiirlerinden “Göçebe” de Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Çocuk ve Allah kitabına şu üç mısra ile değinir;
Yabana mı atıyorum saat altı buçukları                                                                   Çocuk ve Allah’ın en eski baskısını                                                                         Değil, değil bunların biri
Cemal Süreya, İkinci Yeni şiirinden söz ederken de “Bizim nesil bu kitaptan çıktı” diyecektir.
1940 yılında yayımlanan Çocuk ve Allah Dağlarca’nın Havaya Çizilen Dünya’dan sonra İkinci şiir kitabı...
1946’da CHP Şiir Yarışması’nda üçüncü olan kitap, “Dağlarca’yı Dağlarca yapan kitap” olarak da bilinmekte...
Dağlarca, bundan sonra bütün ömrünce şiir yazacaktır, 1950’li yılların sonunda kısa bir dönem kaleme aldığı düzyazıları dışında...

Bir gün sormuştum, “Üstat, neden şiir?”
Anlatmıştı...
Çocuk ve Allah’ın yayımlandığı yıllardır. Genç bir şiir heveslisi gelir, “Bana nasıl şair olunacağını anlatır mısın?” der.
Dağlarca der ki:
“Tanrı, sana dese ki, kolundan birini keseceğim, ama sen İstanbul’un en büyük şairi olacaksın.”
“iki kolumu da keserim.”
“Ayaklarını keseceğim, Türkiye’nin en iyi şairi olacaksın.”
“İki ayağımın da kesilmesini isterim.”
“Gövdeni ortasından ikiye böleceğim, Balkanlar’ın en yetenekli şairi olacaksın.”
“O da kabülüm.”
“Kafanı keseceğim, dünyanın en erişilmez şairi olacaksın.”
“Bu kadarı da fazla” der genç şair adayı, “bütün bunlar şair olmaya değer mi?”
Dağlarca devam ediyor: “Şiir öyle bir tutkudur ki, elbette bütün bunlara değer. Benim, yazmak için kalem tutacak iki parmağım ve görecek bir gözüm kalsın, işte bunlar şiir yazmam için yeterlidir.”
Nitekim son nefesine verene kadar bu inancını yitirmedi ve yalnızca şiir yazdı.
Şiire İkinci Yeni ile başlayan, ardından ilk üç kitabı Gül Yordamı, Ölü Bir Yaz ve Tutsak Kan’ı yakarak sosyalist dünya görüşüne bağlanan Kemal Özer’e göre ise şiir, bir zanaatçılık sorunuydu.
Şair elbette “Tutku”ya, “esin”e, hatta “yetenek”ini üst düzeyde tutmaya önem vermelidir. Ama bir zanaatçı titizliğiyle çalışmasını da bilmelidir. Bir marangoz, demirci ustasının yaratıcılığı çalıştığı ölçüde yükseliyorsa, şair de çalışmasıyla şiirini daha ileri düzeylere çıkarabilir.
Fakat dün olduğu gibi bugün de şiir aleminde “tutku”dan yoksun, yalnızca çalışarak ünlü olduğu sanılan yeteneksiz “şiir yazıcıları”nın ortada dolaşması belki de bu yüzden...
Çünkü iyi ve sıkı şiir usta terzi işidir; “konfeksiyon” işçiliğiyle şiir yazıldığı dünyanın neresinde görülmüştür ?

Hiç yorum yok: